29 Ağustos 2012 Çarşamba

Çoğunluk...

Biz babalarından hiç bir şey miras kalmayan, acı çekmeye dayanıklı çocuklardık. Acı çektik, sevilmedik ve hiç sizin gibi gülemedik. O yüzdendir işte, o azınlık ölümü en çok bize yakıştırır...

Hayatlarımızın bir önemi yok ki ölülerimizin değeri olsun. Bir avuç azınlığın daha da zengin olmak için çıkardıkları savaşlarda ölen değersiz piyonlarız biz. Bu azınlık ki, devletleri de bunlar yönetir. Medya zaten onların. Gerçi bunlara bile gerek yoktur. Eski usuller de gayet işe yarar üzerimizde. Bizim gibileri kandırması kolaydır. Dindar görünümlü din tacirleri onların fetvalarını verir, kurulan tarikatlar onlar için çalışır. Olmadı tarih kitapları vardır, neredeyse hepsi yanlış ya da eksik yazılmış tarih kitapları. Hayatta hiç bir şeyleri olmayan bizler, korkağızdır. Aslında kaybedecek bir şeyimiz yokken bir lokma ekmeğimizi kaybetmekten de korkarız, cehenneme girmekten de, olmayan düşmanların ülkemizi işgal etmelerinden de. Her şeyden korkarız, zengin ama aç gözlü patronlarımız, kendi devletimiz, istisnasız herkes bizi becerirken, namusumuzu kaybetmekten de korkarız. Namusumuzu kaybedeceğimize ölürüz de, öldürürüz de.

Hiç bir şeyimiz olmadığı için, bize sahiplenecek çok şey de kalmaz. Konuşacak, hayatımızın merkezine koyacak, bizi hayata bağlayacak şeylere ihtiyacımız vardır. Bunu da düşünmüştür o sevgili azınlık. Bize dini vermişlerdir. Bu dünyada mutlu olamasak da, bize o güzel cenneti vaat eden dinleri. Dinler çok güzel kurgulanmıştır. Her şey yaradandan gelir. Eza da cefa da. O yaradan ki sevdiğine kaldıramayacağı yükü yüklemez. Şükür etmeyi öğretir bize. En aza şükretmeyi, ağzımıza da sıçsalar, hakkımızı da yeseler, olsundur bizim için, yaradan onların cezasını öbür tarafta verecektir. Bu tarafta olmayan adalet öbür tarafta sağlanacaktır. Sonra bu güzel dinlerden biri çıkar, kutsal toprakları vaat eder, onun uğruna ölmek de öldürmek de sevaptır. Biri çıkar cennetten arsa vaad eder. Öbürü çıkar cihat der, din uğruna öl, direk cennete gir der, şehit ol yeter der, ne kadar günahının olduğunun bir önemi yoktur. Biz de inanırız tabiki bu güzel vaatlere. Gider başka yerlerdeki, bizim gibi korkakları öldürürüz. Azınlık, silahlarını satar, yeni topraklar edinir, yeni kaynakları ve en önemlisi kendisine vergi verecek ya da şirketlerinde, tarlarında çalışacak, yeni vasıflı vasıfsız köleler edinirler. İlk başlarda bu dinler yeterli iken, dünya nüfusu artınca ve daha fazla kargaşa çıkarmak gerekince, mezhepleri üretmiştir bu sevgili azınlık. Aynı dinin inanlarını bile mezhep kavgalarıyla birbirlerine düşürürler. Bununla da yetinmeyip şimdi tarikatlar kuruyorlar. A tarikatı B tarikatını sevmez mesela. Çünkü her mürit paradır. Her mürit onlar için Allah rızası için çalışacak, para/yardım toplayacak kölelerdir. Kimse kölesini kaybetmek istemez. O yüzden bütün tarikatlar birbirlerinin kuyusunu kazarlar, iftira atarlar birbirlerine.

Dinden başka hayatımızın merkezinde milliyetçiliğimiz, yani ırkımız vardır. Her millet için dünyadaki en asil millet kendi milletidir. Diğerleri pisliktir, hayvandır, barbardır, canidir, aç gözlüdür... En temiz tarih bizim tarihimiz, en soylu geçmiş bizim geçmişimiz, en iyi medeniyet bizim medeniyetimizdir. Çünkü o azınlığın yazdırdığı tarih kitaplarında bunlar yazar. Hep düşmanlarımız vardır, bizi sevmeyen, bizden nefret eden düşmanlarız. Hep dikkatli olmak durumundayızdır. Sevgili azınlığımız, villalarında, malikanelerinde rahat uyusunlar, havuzlarında rahat rahat yüzebilsinler,çocukları metresleriyle rahat sevişebilsinler diye, sonradan çizilmiş, her tarafına mayınlar döşedikleri o sınır boylarında, elimizde “made by zengin azınlık” yazan silahlarımızla nöbet tutarız. Çünkü su uyur düşman uyumaz. Onlar azınlık, biz kalabalığızdır. Verirler gazı, birbirimizi öldürürüz gözümüzü kırpmadan. Kalabalığız ya , analarımız “Vatan sağ olsun” der. “Öbür çocuklarımda vatana feda” der. Çünkü o dinler bunu öğretir anamıza, babamıza...

Bu azınlık çok zengindir. Dev holdingleri, uçsuz bucaksız tarlaları, tersaneleri, fabrikaları vardır. Savaş, din ya da mezhep kavgası olmayan zamanlarda, boş durmamızı istemezler. Bu azınlığın firmalarında köle gibi çalıştırılırız. Ne kadar zengin olsalarda, maaşımızı en düşükten verirler. Asgari ücreti bunlar belirler, açlık sınırının çok altındaki asgari ücreti. Vergiyi de biz öderiz. Zenginler kılıfına uydurur onu da vermez. Devletler kanunları bu zengin azınlık için yapar. İşçilere göz boyamak için bir kanun çıkarsalar, zenginler için onlarcası çıkartırlar. Bu zenginler yüzsüzdürler. Kendileri villalar,malikaneler yaptırırken, senin sosyal güvenlik primini bile en düşükten yatırırlar, emeğinin karşılığı kıdemini vermemek için bin dereden su indirir, seni bezdirler. Basit güvenlik önlemlerini gereksiz masraf diye almazlar. Savaşta ölmediysek, inşaatlarda ölürüz, tersanelerde ölürüz, fabrikalarda zehirleniriz. Bu zengin azınlık, işçinin hak arayanını sevmez, sendika gibi oluşumlardan nefret ederler. Devlete bir selam çakıp sendikal hakları yok ederler, edemezlerse sendikaya üye olanları işten atmakla tehdit ederler. Gene engelleyemezlerse, bu sendikaları ya satın alırlar ya yok ederler. Dünyanın bütün ülkelerinde patronlara kendini satmış sendika yöneticileri vardır, en çok faili meçhul ölümler sendikal olaylar yüzündendir. Bizim gibi korkaklarda, bir lokma ekmeğimizden olmayalım diye susarız. Elimizdeki bir avuç para da, yine bu zengin azınlığın kapitalist şirketleri tarafından elimizden alınır. Bizi borçlandırırlar. Yaptıkları görkemli reklamlarla ihtiyacımız olmayan şeyleri satarlar bize. Krediler verirler bankalarından, 60 ay vadeyle ev, araba satarlar. Borçlanırız, işimizi kaybetmekten daha da korkarız, daha da sineriz...

Bütün bu yazdıklarımı azıcık düşünen bir insan, rahatlıkla algılayabilir. Ama bu azınlık öyle bir eğitim sistemi kurdu ki, insanlar düşünmekten aciz, ezberci. Öyle dinler, tarikatlar ürettiler ki, düşünmek, sorgulamak günah. Öyle hale getirdiler ki bizi, borcumuzdan, korkularımızdan, bize empoze ettikleri o değer yargılarından, kılımızı kıpırdatamıyoruz. Eşek gibi çalışıp iyi üniversitelere giren, güya iyi iş sahibi olan bizler bile köleyiz. Sadece vasıflı köleleriz o kadar. Beyaz yakalı köleler yani. Zengin azınlığa üs kademeden bağlı bizim gibileri de, o azınlık gibi böbürlenen, bizden kötü durumdakileri hor gören, küçümseyen başka bir azınlığa dönüştürdüler. Beyaz yakalı burjuvazi. Geldiği yeri unutan, basit ayrıcalıklarla mutlu olan ve en önemlisi onlar gibi insanlığını kaybeden başka bir azınlık. Bunun için üniversiteleri de mahvettiler. Öğrenci birliklerini terörist ilan ettiler. Çünkü en çok bizden korkuyorlardı...

Çok uzatmayacağım. Bu uzun yazı, aslında yazmaya çalıştığım kitabın bir özeti sayılabilir. Bütün bu saçmalıkları, bu çarpık düzeni, içinde bulunduğumuz bu büyük çoğunlukta ki bir kaç kişinin daha fark etmesini istiyorum, o yüzden bunu traji komik bir şekilde hikaye etmeye çalışıyorum. Keşke birleşip bu saçmalığa bir son versek, en kötü hesap soracak cesareti bulsak...

Dünyada insanoğlundan başka büyüdükçe kirlenen, çirkinleşen ve bencilleşen canlı yok. Umarım bir gün uyanırız. Umarım bir gün din, milliyetçilik ya da mezhep gibi kavramların insan ilişkilerinde önemli olmadığını anlarız. Umarım bir gün insanları sadece ve sadece insan olduğu için sevmeyi ve değer vermeyi öğreniriz. Umarım bir gün kardeş gibi yaşamayı öğreniriz. Büyük üstat Nazım Hikmet’in de dediği gibi. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür. Ve bir orman gibi kardeşçesine. Bu hasret bizim.". Gerçekten bu hasret bizim. Sevgilerle.

Haci Ali Söyler
29.08.2012
Şişli

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Tek Kişilik Dev Kadroyla : İffet

Sıcak bir yaz günü, hasta ziyaretiydi galiba, annemi bir yere götürdüm. Bilmediğim bir yer. Acayip bir rampa vardı evin olduğu sokakta, hiç sokağa girmeyeyim, yukarıda da boş yer var hazır oraya park edeyim arabayı dedim. Annemle kız kardeşim inip gittiler. Neyse arabayı park ettim, el frenini falan çektim, emniyet kemerini çıkardım. İşte klasik arabadan çıkmadan önce yapılan şeyleri yapıyorum böyle robot gibi, istemsiz bir şekilde. Camlar açık. Bir an dedim ki, dur bi kafamı uzatayım da iyi park etmiş miyim diye bir bakayım. Çıkardım kafamı, tam şöyle göz ucuyla bir kontrol ediyordum ki ağzıma bir cam girdi, dişlerle üst dudak arasına sıkışan camla birlikte yavaş yavaş yükselerek kendimi kapıya sıkıştırdım bir güzel! O an idrak da edemiyorum, hala parmağım cam kapatma tuşunda basılı duruyor. Yemin ediyorum bir on saniye öyle durdum orada! Elimi de çekmiyorum, öyle bir sinirim bozuldu ki bir yandan gülüyorum deli gibi, bir yandan aklımda abuk subuk 3.sayfa haberleri uçuşuyor. "Kendini cama sıkıştıran Bilgisayar Mühendisinin gizemli ölümü, intihar mıydı yoksa cinayet mi?". Ve o kadar komik bir pozisyonda duruyordum ki, biri beni görse yemin ediyorum gülmekten yazdım edemezdi. O derece absürt. Sonra aklım başıma geldi tabi, elimi cam kapatma tuşundan kaldırdım ve kendi kendimi kurtardım o pozisyondan. Hemen etrafı kontrol ettim bir gören oldu mu diye. Göremeyince kimseyi bir rahatlama geldi. En az bir beş dakika da koltukta güldüm. Arabadan inince fark ettim ki, 5-6 yaşlarında bir erkek çocuğu, koltuğunun altında plastik bir top, sümüğü akmış, kaldırımda durmuş beni izliyormuş. Çocuk yemin ediyorum uzaylı görmüş gibi bakıyordu bana! Neyse indim arabadan, bozuntuya vermeden ciddi bir şekilde çocuğa harçlık verdim, "Hiç bir şey görmedin tamam mı? Ne ben seni tanıyorum ne de sen beni" dedim. Çocuk işte sevindirik oldu parayı alınca, gitti hemen. Gerçi dünyanın en şanslı çocuklarından biri kerata, ne zaman canın sıkılsa hatırla gül işte. Sonra annemlerin yanına gittim haliyle, bu arada dudağım şişti, bildiğin kocaman oldu. Hasta evi anasını satayım, herkes metanetli, ben hala gülüyorum. Girdim içeri bizimkiler bir şaşırdı tabi, benim dudak davul. Duygu "abi noldu hayırdır" dedi, annem telaş yaptı ama ben "yok bir şey gibisinden" bir hareket yaptım, anladılar onlar, tanıyorlar mallarını. Neyse hastaya geçmiş olsun dedim ama gülmemek için dilimi ısırıyorum hala, nasıl sinirlerim bozuk. Dönüşte annemle Duygu'ya olanları anlattım, eve gelene kadar güldüler, gözlerinden yaş geldi ikisinin de.

Bazen diyorum ya "ben geri zekalıyım" diye boşuna değil işte. Alın ispatlarından birisi işte...

H.Ali Söyler
Temmuz 2010