27 Ağustos 2024 Salı

İki Yol

 "Alarm üçüncü kez çalıyor" dedi gözlerimi açtığımda. Başucuma bir sandalye çekmiş beni izliyordu. "Uyku hapı mı almaya başladın lan yoksa?" diye ekledi, ilk defa gördüğü bir hayvanı inceler gibi yüzüme bakıyordu. İnsanların çoğu yanlış zamanda yanlış yerde olurlar ama Sırdaş her zaman bir istisnaydı. Yatakta sigaramı aranırken yakıp uzattı “Al, bok iç”. Sigaradan çektiğim nefesi üflemeden “Açım” dedim. Kalktı oturduğu yerden, arkasından seğirttim. “Selim amcadan aldım” dediği simitlerin kokusu koridoru kaplamıştı çoktan. Birbirini çok iyi tanıyanlar, karşıdakine asla cevaplarını bildikleri soruları sormazlar. Sessizce simitlerimizi yedik. Çayları tazeledi ve beni incelemeye devam etti. Bir sigara yaktım ben de onu incelemeye başladım. Onu görmeyeli uzun zaman olmuştu ama ne zaman ihtiyacım olsa geleceği zamanı bilirdi. Yüzü değişmiş olsa da hissettirdiği güven aynıydı. Bazen, ben acaba onun zor zamanlarında yeterince yanında olabiliyor muyum, yardım edebiliyor muyum diye dertlenirim. Anlamış olacak ki “Sayende az kaldı başarmama” dedi. “Melisa geliyor mu?” diye sordu, “Siktir et Melisa’yı şimdi, ister gelir ister gelmez, hiçbir zaman, hiç kimseden beklentim olmadı biliyorsun.” Biraz sert bir tonda söylemiştim. “Kadınlar” dedi “Ne çok seviyorlar zamanlarını boşa harcamayı”. Yorum yapmadım, her şeye yorum yapmaya gerek yoktu Sırdaş’layken. 


Neden geldiğini biliyordum, telefondan Mavi Sakal’ın - İki yol şarkısını açtım kısık sesle. Kafamı kaldırıp gülümsedim. Şarkının ilk notaları duyulur duyulmaz, “Tabi ki karanlık olanı” dedi o da gülümseyerek. “Peki gerçekten hepsinin sonu aynı mı?” diye sordum, “Sonu aynı olsa da önemli olan yürümek değil mi?” dedi. “Ali seni çocukluğundan beri tanıyorum, hiçbir zaman kolay yoldan gitmedin, hep en karanlık, en zoru seçtin ama şimdi kolayı seçmek istiyorsun?” diye devam etti. “Yoruldum Sırdaş, artık bızbızlanacak yaşta da değilim, biliyor musun hep özenmişimdir, kendine yalanlar söyleyip inandırabilenlere. Ben kendime bile yalan söyleyemiyorum. Bazen sıkılıyorum yalnızlıktan, insanların arasına karışayım diyorum, sonra insanlardan daha çok tiksiniyorum. Keşke bana yalan söylemeyi öğretebilsen”. Güldü, “Sen yazmıştın baban ölünce, dürüstlüğün yalnızlığı çok tanıdık diye, daha önce denedim, senin kimyana uygun değil, gereksiz tepkimelerde yanarsın zaten, boş ver.” dedi. Sessizce bekledim devam etmesini. “Kolay yolu seçmene itiraz etmeyeceğim” dedi beni şaşırtarak. Yüzünü inceledim, aslında beklediğim beni cesaretlendirmesiydi daha önce defalarca yaptığı gibi. Telefonu aldı ve Adamlar - Yoruldum şarkısını açtı. “Yorulmak senin hakkın Ali, hatta yorulmak birine ithaf edilecekse en çok sana edilmeli. Kolayı seçebilirsin, ama kendin ol yine. Zaten istesen de rol yapamazsın. Lütfen dinlen, ve kendini dinle” dedi. Şarkı bitince elini omzuma koyup, “Sen de mutlu olmayı hak ediyorsun dostum” dedi. Ve geldiği gibi sessizce gitti.

Melisa arıyordu, açamadım telefonu.   


26.08.2024

Samandıra


17 Aralık 2023 Pazar

B...

Bazen bütün beynim büzüşüyor birdenbire, başka bir boyutta buluyorum bedenimi, büyük bir boşlukta. Başım bedenimden bağımsız, boğazımda bir burukluk, bileklerim burma bilezik, bacaklarım bitik, bağırsaklarımda bakteriler bağnazca bağımsızlık bildirilerini bağırıyorlar. Beynim bocalıyor, baskı balata bitmiş, bırakmış bedeni bagaja, bahanesiz bir bakımsızlık bünyede. Böyle Babil’in bahçelerini bedbahtça budamışlar, bozmuşlar, bağırta bağırta bakirliğini bitirmişler. Bahtsız bedevi bahçıvanlar, bağlarını basmış beyaz balinalarla bön bön bakışıp, böğürüyorlar “Bizi bitirdiniz be burada!”

Böyle bedenle beyin, bütünleşik, büyülü bir birliktelikten bıkmış, bağımsız barbarlaşmışlar. Beyin Batılılaşırken, beden Bağdat’ta bir baharatçının bodrumunda bilerek bekliyor.

Beyin: “Ben bağlanamıyorum birilerine, büyük bir banliyöde, bir başına, boynu büyük bakımsız bir bacayım, boğuluyorum, boğuldukça boğuyorum birilerini…”

Beden: “Bahane, bahane, bahane! Biliyoruz, biliyoruz! Bağlanamıyorum, bilemiyorum, birden barbarlaşıyorum, boş bulunuyorum, bağışlayamıyorum, barınamıyorum, basitleşemiyorum, başkalaşamıyorum, bütünleşemiyorum, bağdaştıramıyorum, bağıramıyorum, başaramıyorum, bir bitmedi be bahanelerin! Büyü be bebek, boş bakır bakraçsın, belasın bu bünyeye. Bitir bu boş boğazlığı, bitir bugün!”

Beyin: “Bol bol bal, bedava benzindir bünyene, badem birazda, bileyle beyini, bakımı bırakma. Bakarsan bağ, bakmazsan bağışlarım başkasına bak. Biz badiydik be! Beni bırakıp, baleye başladın, babetle botla başına buyruk bale yaptın balolarda, böyle bahis bayi baronu, bankalar birliği başkanıymışçasına!”

Beden: “Bana bızbızlanana bak! Beynelmilel bedbin bir beyinsizsin! Benzersiz bir bencilsin. Bıktım be, bezdirdin beni, böbürlenmen bitmiyor, boğuşuyorum boşboğazlığınla. Başına buyruksun, betimleyemiyorum beceriksizliklerini, bazen boş bir bohçasın, bozulmuş bir boynuzsun başımda, büyü biraz!”

Beyin: “Bana bak, başına buyruk beden büzüşür, bunaltma beni. Bilinçli bir bırakmışlık bu. Binaenaleyh barışalım”.

Beden: “Barışalım, bilakis, bu baskılar bitmezse başçavuş başkaldıracak bilesin.”


17.12.2023
H.Ali Söyler
Samandıra/İstanbul

13 Haziran 2017 Salı

Doğaçlama Devam

Arada açıp saçmalıyorum.

Kitap Nasıl Okunur :



Gözlük Nasıl Takılır :



Kanala abone olmak isterseniz : https://www.youtube.com/user/linukus

7 Mayıs 2017 Pazar

Doğaçlamalar

Youtube kanalım için bir kaç doğaçlama video çektim. Eğer izlenirse, devam edeceğim.

Her Şeye İnanan İnsan Modeli :

Borç İsteyen Uzak Akraba :


Türk Dizileri :


Beğenirseniz abone olun :)

Seksizm

İnsanlığın en büyük sorunlarından biri olan Seksizm'e sorununa parmak bastım. Hadi yine iyisiniz.


21 Mart 2017 Salı

Deli Bekir

Oturup iki kadeh rakı içemediysek,
Suç biraz da bizim değil mi?
Anlatıp gülecek o kadar yenilgi varken hele,
Erkenden gitmek,
Ayıp değil de ne?

Kimse koluna girmedi diye,
Düştüğümüzde hiç kalk demedin sen de.
Eskiden kızardım,
Bir bildiğin varmış,
Bir bildiğin varmış baba,
İyi taklit yaparmış insanlar.

Ezdirmiyoruz kendimizi aynı istediğin gibi,
Ve dürüstlüğün yalnızlığı çok tanıdık artık.
Bir şeyleri iyi yapmaktan başka,
Çaremizin olmadığını da anladık.
Sürekli mücadele etmek yorsa da,
Dinç tutuyor baba,
Bilmek mutlu etmese de,
Merak hep ağır basıyor.

Bazen aklıma geliyor,
Sabah baba olacağımı öğrenip,
Akşamına seni kaybetmem,
İçim eziliyor.
Hep yanlış zamanda, yanlış yerde olmak,
Bıraktığın tek miras olmaz umarım.

Ah be baba,
O kadar gece, sokaklarda aç yatıp,
Bekir’den Bekir Ağa,
Bekir Ağa’dan Deli Bekir oldun da,
Daha verilecek o kadar savaş varken,
Erkenden kanserden ölmek,
Ayıp değil de ne?

İyi bak kendine oralarda,
Çok sigara içme.

21.03.2017
H.Ali Söyler

12 Haziran 2016 Pazar

"Ez ji te hez dikim"

Azad ve Arzu, metrobüs durağında buluşup, Beyoğlu’na gideceklerdi. Yeni başlayan her aşk hikâyesinde olduğu gibi hem delicesine heyecanlı hem hata yapmamak adına diken üstündeydiler.

Biraz bekleyiş, biraz itiş kakıştan sonra metrobüse binebildiler. Azad “götü sağlama almak lazım orta körüğe ilerleyelim” dedi gülümseyerek. Öğle vakti olmasına rağmen metrobüs yine kalabalıktı. Arzu, “belediyelerin amacı her koşulda iyi hizmet etmek olmalı, toplu taşımaya ticari gözle bakmalarını bir türlü anlamıyorum, yoğun olmayan saatlerde de otobüs sayısını azaltıyorlar, yine tıkış tıkış, yine tıkış tıkış” diye dert yandı. Azad gülümseyerek konuyu değiştirdi, “Güzel günler göreceğiz, güneşli günler, motorları maviliklere süreceğiz ve gideceğiz bu şehirden bir gün, merak etme” dedi.  Arzu, Azad’ın en çok bu yönünü seviyordu, ne olursa olsun pozitif kalabiliyordu Azad, bir sorun olduğu zaman küsmüyor, kaçmıyor, yılmıyor ve bir çözüm yolu muhakkak buluyordu. İçten bir gülümsemeyle karşılık verdi Arzu. Bir süre havadan sudan konuştular, etraftaki insanlarla göz göze geldiler. Metrobüs Cevizlibağ istasyonunda iyice doldu, bunu fırsat olarak gören Azad, Arzu’yu belinden kavrayarak kendine çekti biraz. Arzu’da fırsatı değerlendirip sarıldı Azad’a. Birçok insan için hoş bir görüntüydü kuşkusuz.

Azad ile Arzu’nun yanındaki ilk koltukta çarşaflı genç bir kadınla, sarıklı cübbeli biri oturuyordu. Elif geldiklerinden beri Azad’la Arzu’yu izliyordu göz ucuyla. Sarıldıklarını görünce, midesine bir yumru oturdu Elif’in. 14 yıldır evliydi yanında tesbih çekerken dışarıyı izleyen Ahmet’le. 14 yıldır hiç böyle sarılmamıştı Ahmet ona, bir an için büyük bir nefret duydu babasına Elif, istemediği halde kendisinden 9 yaş büyük biriyle evlendirdiği için. Sonra ramazan ayında olduklarını hatırlayıp tövbe etti. Kaderdi bu, ne yapabilirdi ki? En azından Ahmet ona iyi davranmasa da kötü de davranmıyordu. Ahmet de gördü sarılma eylemini, teshibatının arasına sesli bir “la havle” sıkıştırdı.

Ayakta sırtını körüğe vermiş, kitap okumaya çalışan Mukadder’de geldiklerinden beri çifti izliyordu. 29 yaşındaydı Mukadder, hiç erkek arkadaşı olmamıştı, birbirlerine bakarken gözlerinin içi gülen bu çifti görünce, kitaba olan konsantrasyonu kaybolmuş, o da okumayı bırakmış onları izliyordu. 160 boyunda 85 kiloydu Mukadder, hayatı boyunca kendini hiç güzel hissedememişti. Bu durum özgüvenini mahvetmiş, zamanla da insanlardan daha doğrusu erkeklerden nefret eder olmuştu. Ama karşısındaki kadına aşkla bakan bir erkeği gördüğü zaman da takdir ediyordu Mukadder. Arzu’nun yerinde olup Azad’a sarılanın kendisi olduğunu hayal etmeye başladı. Mukadder’in yanındaki Hasan’ın gündemi ise çok farklıydı. Terlemişti Hasan, amirinin emriyle şirketin dava dosyalarını avukata götürüyordu. Var gücüyle çalıştığı ve sürekli yorgun düştüğü için, sahurda alarmı duymamış ve sahuru kaçırmıştı. Orucu sahursuz tutmaya çalışıyordu. Susuzlukluk dayanılmaz olmaya başlamıştı ama onun derdi, orucun zorluğu değildi, amirine karşı içten içe büyüyen nefretini dizginlemeye çalışıyordu Hasan. Devlet bağlantılı bir şirkette çalışıyordu, 3 yıldır çalıştığı halde terfiini vermemişti amiri ve onu sürekli ayak işlerinde kullanıyordu, bir stajyer kadar değeri yoktu amirinin gözünde. Badem bıyık bile bırakmıştı kendine hiç yakışmadığı halde ama nafile, adamın gözünde değersiz bir paçavraydı. Deli gibi çalıştığı, sürekli mesaiye kaldığı için sevgilisiyle arası bozulmuş ve kız sonunda onu terk etmişti. O da Azad ile Arzu’ya sinirli gözlerle bakıyordu.

Azad’la Arzu’nun hemen yanında onların yaşlarında iki genç öğrenci daha vardı. Biri diğerine sürekli reis diye hitap ediyordu. Reis diye hitap edilen Mert, sanki herkese sebepsiz kızgınmış gibi bir yüz ifadesiyle tesbihini sallıyordu. Mert’in çocukluk arkadaşı olan Alp, gereksiz bir ciddiyetle rapor verir gibi konuşuyordu reisle. Kimse yokken bile.

Arzu sarılma eyleminin verdiği o güven duygusu içinde kendini çok huzurlu hissediyordu, temas halindeki vücutları sanki ying-yang’ın siyahla beyazıydı, sanki tüm korkuları, güçsüzlükleri siliniyordu, kendini güçlü hissediyordu Arzu. Bu huzurlu boşluktayken, Azad onu yanağından öpüp “Ez ji te hez dikim” deyiverdi. Azad’ın Kürtçe bilmediğini bilen Arzu bir an şaşırsa da ona böyle bir sürpriz yaptığına öyle çok sevindi ki, “Ez jî ji te hezdikim” diye kekeleyerek o da onu öptü yanağından.

Yanıbaşlarında Kürtçe konuşulduğunu duyan reisin bir an kan beynine sıçradı! Okulda sosyalist öğrencilerden yedikleri dayaktan beri, ki bu solculuk oynayan bebelerin çoğu Kürt kökenliydi ona göre ve hepsi vatan haini komünistlerdi. Hiç düşünmeden Azad’ın omzunu dürtüp, yüksek sesle “Burası Türkiye, burada Türkçe konuşacaksınız ulan! Her gün şehit veriyoruz sizin gibi soysuzlar yüzünüzden, yediğiniz kaba sıçan utanmaz hainlersiniz hepiniz, bir de utanmadan Kürtçe konuşuyorsunuz!” diye bağırdı. Azad bir an neye uğradığını şaşırdı, tüm metrobüs onlara bakmaya başlamıştı, kendini ilk defa  çaresiz hissetti Azad. “Ne alaka amına koyim” dedi içinden, hala olayı anlamaya çalışırken. Fırsatı değerlendiren Ahmet’te söze karıştı, “Ar namusta yok bu Zerdüştlerde, ramazan ramazan utanmasalar sevişecekler milletin içinde, pis kafirler, hepiniz cehennemde yanacaksınız!”. Amirine olan hırsından çatacak yer arayan Hasan’da duruma balıklama atladı, öyle silik bir kişiliği vardı ki Hasan’ın hayatta kendini önemli hissettirecek en küçük bir fırsatı bile kaçırmak istemezdi, “Bunlar da utanma ne arasın, tavşan gibi ürüyorlar, yakında ülkede çoğunluğu da ele geçirecekler, o yüzden başkanımız en az 3 çocuk yapın diyor!”. Gelin iyi bir şey yapalım deseler, üşengeçliklerinden kıçlarını kaldırmayacak insanlar konu linç olunca, konu kendini birilerinden daha değerli hissetmek olunca, kötülüğün o muazzam birleştirici gücüne sarıldılar. Tüm metrobüste bir uğultu oluşmaya başladı. Sanki ülkenin tüm sorunu birbirlerine sarılan ve sevgilerini başka bir dilde dile getiren bu çiftti. Arzu’nun gözleri doldu. Tüm hayatı korkularıyla yüzleşmekle geçen, ilişkilerinin ilk gününden beri ailesine bir Türk gencini sevdiğini nasıl açıklayacağını düşünmekle geçen Arzu, istemsizce bağırdı tüm gücüyle “Yeteeeeeeeeeeeeeeeer!”.  Tüm metrobüs sus pus oldu, Arzu önce reise dönüp, “bu çocuk senden bin kat daha Türk, sırf beni mutlu etmek için öğrenmiş nasıl kürtçe seni seviyorum denileceğini, eğer insan olsan, sana anlatırdım sevginin ne olduğunu ama değilsin.” Arzu öyle sinirlenmişti ki, sonra Ahmet’e döndü, “Sen, sen misin kimin cennete, kimin cehenneme gireceğine karar verecek? Sen misin kimin Müslüman, kimin kafir olduğuna karar veren? Sen misin ulan karar mercii? Elhamdürillah Müslümanım ben, bir daha kendini Allah’ın yerine koyup şirk koşarsan senin kafanı koparırım!”, Arzu kendini kaybetmişti ama hiç olmadığı kadarda güçlü hissediyordu kendini, sonra Hasan’a döndü, “Sen, kula tapan bir çare, eğer seni bu çapsızlığınla kabul edebilecek bir kadın bulabilirsen, evlen de 3 çocuk yap, isimlerini de Recep, Tayyip, Erdoğan koy.”. Metrobüs Mecidiyeköy’e gelmemişti henüz ama Arzu, Azad’ın elinden tutup onu dışarı sürükledi. Metrobüstekiler, olayın etkisiyle yol açtılar çifte.

Dışarı çıktıklarında, Arzu sinirden titrerken, Azad’ın gözlerinden bir katre süzüldü usulca, Arzu’yu kendine çekip sıkıca sarıldı Azad ve kulağına fısıldadı gururla, “Ez ji te hez dikim”.

12.06.2016
Beyoğlu/İstanbul
H.Ali Söyler

4 Kasım 2014 Salı

Kronik Yalnızlar

Bazen siktir olup gitmek istiyorum, böyle kuş konmaz kervan geçmez bir yere. Kalabalıklar korkutmaya başladı beni iyiden iyiye. Tek tek her birini alt edebilirim ama bir kalabalık oluşturduklarında garip bir etkileri var, beni de onlar gibi olmaya zorluyorlar. Onlar gibi olmaya çalışmaktan yoruldum Sırdaş. Kendileri gibi olmayanları dışlamalarından ama dışlasalar bile rahat bırakmamalarından bıktım. Onlardan kurtulmak çok zor. Bazen sağır ve dilsiz taklidi yapasım geliyor aralarında. Bizim ailenin köydeki lakabı ahrazoğulları zaten, genetik olarak da yatkınım buna sanki, az konuşmamın sebebi de bu olabilir, kim bilir. Daha doğru bir şekilde ifade etmem gerekirse, iletişim kurmaya çalıştığımda, beni anlamadıklarını ya da umursamadıklarını gördüğüm için; onlara duymak istedikleri şeyleri söylemek ve bunun için çaba sarfetmek çok yorucu olmaya başladı, bu öyle bir noktaya geldi ki, mecbur kalmadıkça konuşmamaya ya da beni rahat bırakmaları için yeterli seviyede iletişim kurmaya başladım. Ayrıca kendimi ifade edemeyecek kadar beceriksiz olmamın da bunda etkisi var. Ama yalnızlık da bir o kadar zor, ben de kendi kendimle konuşmaya başladım, belki de bu yüzden sen varsın Sırdaş ya da Melisa’yla günde 7 posta sevişebiliyorum. Çünkü gerçekte ne kimse senin gibi umursayacak, ne de kimse Melisa gibi sevecek beni.

Sana hiç en büyük korkumu söylemiş miydim Sırdaş? Muhtemelen tahmin ediyorsundur; ya bir gün kendimden de sıkılırsam? Karanlık bir sokakta senin kafana sıkıp, Melisa’yı da yastıkla boğarsam? Bakma bana öyle. Bunları ilk defa düşünüyorum ve bunlar olmasın diye siz varsınız. Hatta, hala neden bir tane çarpmadın ağzımın üstüne “salak salak konuşma” diye anlamış değilim. Merak etme, iyiyim. Bazen zihnin karanlık taraflarına kulak kabartıyor insan, böyle saçma sapan şeyler duyabiliyorsun. Neyse Sırdaş, ben gideyim, benim gibi konuşamadığı için yazmayı seçen, 7 milyar içinde istediği insanları bulamadığı için, kağıt üstünde yaratan diğer manyak ve kronik yalnızların yazdıklarını okuyayım bari. Hiç bir yazarla şahsen tanışmadım, ama yazdıklarını okurken karşılıklı rakı tokuşturmuşluğumuz vardır, durup dururken sarılmışımdır onlara, “İyi ki varsınız lan” demişimdir. Ha bir de, bu aralar sık geliyorsun ya, hoşuma gidiyor. Hadi sağlıcakla kal.

25.10.2014
Beyoğlu/İstanbul
H.Ali Söyler

Serbest Düşüş

- Çok düşünüyorsun Ali. Yavaşla biraz. Elinde bir zımpara beynini kazıyorsun sürekli.

- Tecrite zorlanıyor tüm iyi düşüncelerim Sırdaş. Ben değilim ki o kazıyan. İçimizdeki şeytanı başı boş bırakmaya gelmiyor biliyorsun. En ufak bir güçsüzlükte isyan çıkarıyor ve senin de defalarca tecrübe ettiğin gibi kötülük daha güçlü bir bulaşıcı.

- Hatırlar mısın küçükken söz vermiştik birbirimize? Eğer güçsüz hissedersek, kaçacaktık düşlerimize. Kendimiz yazıp kendimiz oynacaktık o arafta, ta ki normale dönene kadar, ta ki gerçek dünyayla yüzleşecek gücü toplayana kadar.

- Artık çocuk değiliz ki Sırdaş. Büyüdük lan. Senin bu kadar az ziyaretime gelmen bile bunun kanıtı. Sıradanlaşıyoruz biz de, olmaktan korktuğumuz insanlara dönüşüyoruz. Eskiden varlığımız insanları rahatsız ederdi ve bu hoşumuza giderdi. Şimdi dikkat bile çekmiyoruz. Hem çocukken hayallerle gerçekler arasında bu kadar mesafe yoktu ya da biz umursamıyorduk. Şimdi örtüşmüyor hiç bir şey, hep açıktayım, hep üşüyorum.

- Freni patlak bir kamyonda, direksiyonu bırakmış son sigarasını yakmaya çalışan biri kadar vurdumduymaz konuşman hoşuma gitmedi Ali. Daha önce de serbest düşüşe geçtin ama hep elinde bir kement, sallar ve tutunacak bir şeyler bakınırdın!

- O kadar vahim değil lan abartma, hem belki uçmayı öğrendim o düşüşlerde kim bilir ve bundandır rahatlığım. İlk seferde tehşisi koydun be Sırdaş. Durma, yavaşlat beni.

- Rakı?

- Eksilmesin!

H.Ali Söyler
15.10.2014
Beyoğlu

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Çoğunluk...

Biz babalarından hiç bir şey miras kalmayan, acı çekmeye dayanıklı çocuklardık. Acı çektik, sevilmedik ve hiç sizin gibi gülemedik. O yüzdendir işte, o azınlık ölümü en çok bize yakıştırır...

Hayatlarımızın bir önemi yok ki ölülerimizin değeri olsun. Bir avuç azınlığın daha da zengin olmak için çıkardıkları savaşlarda ölen değersiz piyonlarız biz. Bu azınlık ki, devletleri de bunlar yönetir. Medya zaten onların. Gerçi bunlara bile gerek yoktur. Eski usuller de gayet işe yarar üzerimizde. Bizim gibileri kandırması kolaydır. Dindar görünümlü din tacirleri onların fetvalarını verir, kurulan tarikatlar onlar için çalışır. Olmadı tarih kitapları vardır, neredeyse hepsi yanlış ya da eksik yazılmış tarih kitapları. Hayatta hiç bir şeyleri olmayan bizler, korkağızdır. Aslında kaybedecek bir şeyimiz yokken bir lokma ekmeğimizi kaybetmekten de korkarız, cehenneme girmekten de, olmayan düşmanların ülkemizi işgal etmelerinden de. Her şeyden korkarız, zengin ama aç gözlü patronlarımız, kendi devletimiz, istisnasız herkes bizi becerirken, namusumuzu kaybetmekten de korkarız. Namusumuzu kaybedeceğimize ölürüz de, öldürürüz de.

Hiç bir şeyimiz olmadığı için, bize sahiplenecek çok şey de kalmaz. Konuşacak, hayatımızın merkezine koyacak, bizi hayata bağlayacak şeylere ihtiyacımız vardır. Bunu da düşünmüştür o sevgili azınlık. Bize dini vermişlerdir. Bu dünyada mutlu olamasak da, bize o güzel cenneti vaat eden dinleri. Dinler çok güzel kurgulanmıştır. Her şey yaradandan gelir. Eza da cefa da. O yaradan ki sevdiğine kaldıramayacağı yükü yüklemez. Şükür etmeyi öğretir bize. En aza şükretmeyi, ağzımıza da sıçsalar, hakkımızı da yeseler, olsundur bizim için, yaradan onların cezasını öbür tarafta verecektir. Bu tarafta olmayan adalet öbür tarafta sağlanacaktır. Sonra bu güzel dinlerden biri çıkar, kutsal toprakları vaat eder, onun uğruna ölmek de öldürmek de sevaptır. Biri çıkar cennetten arsa vaad eder. Öbürü çıkar cihat der, din uğruna öl, direk cennete gir der, şehit ol yeter der, ne kadar günahının olduğunun bir önemi yoktur. Biz de inanırız tabiki bu güzel vaatlere. Gider başka yerlerdeki, bizim gibi korkakları öldürürüz. Azınlık, silahlarını satar, yeni topraklar edinir, yeni kaynakları ve en önemlisi kendisine vergi verecek ya da şirketlerinde, tarlarında çalışacak, yeni vasıflı vasıfsız köleler edinirler. İlk başlarda bu dinler yeterli iken, dünya nüfusu artınca ve daha fazla kargaşa çıkarmak gerekince, mezhepleri üretmiştir bu sevgili azınlık. Aynı dinin inanlarını bile mezhep kavgalarıyla birbirlerine düşürürler. Bununla da yetinmeyip şimdi tarikatlar kuruyorlar. A tarikatı B tarikatını sevmez mesela. Çünkü her mürit paradır. Her mürit onlar için Allah rızası için çalışacak, para/yardım toplayacak kölelerdir. Kimse kölesini kaybetmek istemez. O yüzden bütün tarikatlar birbirlerinin kuyusunu kazarlar, iftira atarlar birbirlerine.

Dinden başka hayatımızın merkezinde milliyetçiliğimiz, yani ırkımız vardır. Her millet için dünyadaki en asil millet kendi milletidir. Diğerleri pisliktir, hayvandır, barbardır, canidir, aç gözlüdür... En temiz tarih bizim tarihimiz, en soylu geçmiş bizim geçmişimiz, en iyi medeniyet bizim medeniyetimizdir. Çünkü o azınlığın yazdırdığı tarih kitaplarında bunlar yazar. Hep düşmanlarımız vardır, bizi sevmeyen, bizden nefret eden düşmanlarız. Hep dikkatli olmak durumundayızdır. Sevgili azınlığımız, villalarında, malikanelerinde rahat uyusunlar, havuzlarında rahat rahat yüzebilsinler,çocukları metresleriyle rahat sevişebilsinler diye, sonradan çizilmiş, her tarafına mayınlar döşedikleri o sınır boylarında, elimizde “made by zengin azınlık” yazan silahlarımızla nöbet tutarız. Çünkü su uyur düşman uyumaz. Onlar azınlık, biz kalabalığızdır. Verirler gazı, birbirimizi öldürürüz gözümüzü kırpmadan. Kalabalığız ya , analarımız “Vatan sağ olsun” der. “Öbür çocuklarımda vatana feda” der. Çünkü o dinler bunu öğretir anamıza, babamıza...

Bu azınlık çok zengindir. Dev holdingleri, uçsuz bucaksız tarlaları, tersaneleri, fabrikaları vardır. Savaş, din ya da mezhep kavgası olmayan zamanlarda, boş durmamızı istemezler. Bu azınlığın firmalarında köle gibi çalıştırılırız. Ne kadar zengin olsalarda, maaşımızı en düşükten verirler. Asgari ücreti bunlar belirler, açlık sınırının çok altındaki asgari ücreti. Vergiyi de biz öderiz. Zenginler kılıfına uydurur onu da vermez. Devletler kanunları bu zengin azınlık için yapar. İşçilere göz boyamak için bir kanun çıkarsalar, zenginler için onlarcası çıkartırlar. Bu zenginler yüzsüzdürler. Kendileri villalar,malikaneler yaptırırken, senin sosyal güvenlik primini bile en düşükten yatırırlar, emeğinin karşılığı kıdemini vermemek için bin dereden su indirir, seni bezdirler. Basit güvenlik önlemlerini gereksiz masraf diye almazlar. Savaşta ölmediysek, inşaatlarda ölürüz, tersanelerde ölürüz, fabrikalarda zehirleniriz. Bu zengin azınlık, işçinin hak arayanını sevmez, sendika gibi oluşumlardan nefret ederler. Devlete bir selam çakıp sendikal hakları yok ederler, edemezlerse sendikaya üye olanları işten atmakla tehdit ederler. Gene engelleyemezlerse, bu sendikaları ya satın alırlar ya yok ederler. Dünyanın bütün ülkelerinde patronlara kendini satmış sendika yöneticileri vardır, en çok faili meçhul ölümler sendikal olaylar yüzündendir. Bizim gibi korkaklarda, bir lokma ekmeğimizden olmayalım diye susarız. Elimizdeki bir avuç para da, yine bu zengin azınlığın kapitalist şirketleri tarafından elimizden alınır. Bizi borçlandırırlar. Yaptıkları görkemli reklamlarla ihtiyacımız olmayan şeyleri satarlar bize. Krediler verirler bankalarından, 60 ay vadeyle ev, araba satarlar. Borçlanırız, işimizi kaybetmekten daha da korkarız, daha da sineriz...

Bütün bu yazdıklarımı azıcık düşünen bir insan, rahatlıkla algılayabilir. Ama bu azınlık öyle bir eğitim sistemi kurdu ki, insanlar düşünmekten aciz, ezberci. Öyle dinler, tarikatlar ürettiler ki, düşünmek, sorgulamak günah. Öyle hale getirdiler ki bizi, borcumuzdan, korkularımızdan, bize empoze ettikleri o değer yargılarından, kılımızı kıpırdatamıyoruz. Eşek gibi çalışıp iyi üniversitelere giren, güya iyi iş sahibi olan bizler bile köleyiz. Sadece vasıflı köleleriz o kadar. Beyaz yakalı köleler yani. Zengin azınlığa üs kademeden bağlı bizim gibileri de, o azınlık gibi böbürlenen, bizden kötü durumdakileri hor gören, küçümseyen başka bir azınlığa dönüştürdüler. Beyaz yakalı burjuvazi. Geldiği yeri unutan, basit ayrıcalıklarla mutlu olan ve en önemlisi onlar gibi insanlığını kaybeden başka bir azınlık. Bunun için üniversiteleri de mahvettiler. Öğrenci birliklerini terörist ilan ettiler. Çünkü en çok bizden korkuyorlardı...

Çok uzatmayacağım. Bu uzun yazı, aslında yazmaya çalıştığım kitabın bir özeti sayılabilir. Bütün bu saçmalıkları, bu çarpık düzeni, içinde bulunduğumuz bu büyük çoğunlukta ki bir kaç kişinin daha fark etmesini istiyorum, o yüzden bunu traji komik bir şekilde hikaye etmeye çalışıyorum. Keşke birleşip bu saçmalığa bir son versek, en kötü hesap soracak cesareti bulsak...

Dünyada insanoğlundan başka büyüdükçe kirlenen, çirkinleşen ve bencilleşen canlı yok. Umarım bir gün uyanırız. Umarım bir gün din, milliyetçilik ya da mezhep gibi kavramların insan ilişkilerinde önemli olmadığını anlarız. Umarım bir gün insanları sadece ve sadece insan olduğu için sevmeyi ve değer vermeyi öğreniriz. Umarım bir gün kardeş gibi yaşamayı öğreniriz. Büyük üstat Nazım Hikmet’in de dediği gibi. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür. Ve bir orman gibi kardeşçesine. Bu hasret bizim.". Gerçekten bu hasret bizim. Sevgilerle.

Haci Ali Söyler
29.08.2012
Şişli

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Tek Kişilik Dev Kadroyla : İffet

Sıcak bir yaz günü, hasta ziyaretiydi galiba, annemi bir yere götürdüm. Bilmediğim bir yer. Acayip bir rampa vardı evin olduğu sokakta, hiç sokağa girmeyeyim, yukarıda da boş yer var hazır oraya park edeyim arabayı dedim. Annemle kız kardeşim inip gittiler. Neyse arabayı park ettim, el frenini falan çektim, emniyet kemerini çıkardım. İşte klasik arabadan çıkmadan önce yapılan şeyleri yapıyorum böyle robot gibi, istemsiz bir şekilde. Camlar açık. Bir an dedim ki, dur bi kafamı uzatayım da iyi park etmiş miyim diye bir bakayım. Çıkardım kafamı, tam şöyle göz ucuyla bir kontrol ediyordum ki ağzıma bir cam girdi, dişlerle üst dudak arasına sıkışan camla birlikte yavaş yavaş yükselerek kendimi kapıya sıkıştırdım bir güzel! O an idrak da edemiyorum, hala parmağım cam kapatma tuşunda basılı duruyor. Yemin ediyorum bir on saniye öyle durdum orada! Elimi de çekmiyorum, öyle bir sinirim bozuldu ki bir yandan gülüyorum deli gibi, bir yandan aklımda abuk subuk 3.sayfa haberleri uçuşuyor. "Kendini cama sıkıştıran Bilgisayar Mühendisinin gizemli ölümü, intihar mıydı yoksa cinayet mi?". Ve o kadar komik bir pozisyonda duruyordum ki, biri beni görse yemin ediyorum gülmekten yazdım edemezdi. O derece absürt. Sonra aklım başıma geldi tabi, elimi cam kapatma tuşundan kaldırdım ve kendi kendimi kurtardım o pozisyondan. Hemen etrafı kontrol ettim bir gören oldu mu diye. Göremeyince kimseyi bir rahatlama geldi. En az bir beş dakika da koltukta güldüm. Arabadan inince fark ettim ki, 5-6 yaşlarında bir erkek çocuğu, koltuğunun altında plastik bir top, sümüğü akmış, kaldırımda durmuş beni izliyormuş. Çocuk yemin ediyorum uzaylı görmüş gibi bakıyordu bana! Neyse indim arabadan, bozuntuya vermeden ciddi bir şekilde çocuğa harçlık verdim, "Hiç bir şey görmedin tamam mı? Ne ben seni tanıyorum ne de sen beni" dedim. Çocuk işte sevindirik oldu parayı alınca, gitti hemen. Gerçi dünyanın en şanslı çocuklarından biri kerata, ne zaman canın sıkılsa hatırla gül işte. Sonra annemlerin yanına gittim haliyle, bu arada dudağım şişti, bildiğin kocaman oldu. Hasta evi anasını satayım, herkes metanetli, ben hala gülüyorum. Girdim içeri bizimkiler bir şaşırdı tabi, benim dudak davul. Duygu "abi noldu hayırdır" dedi, annem telaş yaptı ama ben "yok bir şey gibisinden" bir hareket yaptım, anladılar onlar, tanıyorlar mallarını. Neyse hastaya geçmiş olsun dedim ama gülmemek için dilimi ısırıyorum hala, nasıl sinirlerim bozuk. Dönüşte annemle Duygu'ya olanları anlattım, eve gelene kadar güldüler, gözlerinden yaş geldi ikisinin de.

Bazen diyorum ya "ben geri zekalıyım" diye boşuna değil işte. Alın ispatlarından birisi işte...

H.Ali Söyler
Temmuz 2010

15 Haziran 2012 Cuma

Havuz Problemi

"Merhaba Sultan teyze, Ali yok mu?". Bazı günler ruhum ağırlaşır benim. Bedenim taşıyamaz olur bu ağırlığı. Böyle günlerde Ali'ye daha çok ihtiyaç duyarım. Çünkü her gerçek dost gibi gerektiğinde omzuma girer, gücü yetsin yetmesin taşırdı beni Ali. Sultan teyze oğluna seslenirken, içinde kaybolduğum dünyanın sınırlarını çizmeye çalışıyordum bende. "Oğlum, Sırdaş kapıda seni çağırıyor".

Uyandığımdan beri içimde bir sıkıntı var. Sırdaş'ı düşünüyordum. Sanırım bu empati dedikleri şey gerçek. Birisinin sizi düşündüğünü hissedebiliyorsunuz, hatta acısını ya da sevgisini bile duyumsayabiliyorsunuz. Sırdaş'la öğlen buluşacaktık bugün, eğer şuan kapıdaysa durum düşündüğümden de ciddi. Sakin olmalıyım. "Tamam anne geliyorum hemen".

Gerçek bir dostun omzunuza girmesinden bahsettim az önce. Mecazi tabi ki. Ali'yi görür görmez bile hafifliyorum. Bazen tek başınıza baş edemeyeceğiniz sorunlar çıkıyor karşınıza, o anlar da yanınızda sizin için her şeyi yapabilecek birinin olduğunu bilmek o kadar huzur verici ki. Onun her hangi bir şey yapmasına da gerek yok. Sadece yanınızda olduğunu hissetmek bile yetiyor. "Ardıç toplamaya gidelim mi?".

Durum pek iç açıcı değil. Gözleri kanlı, belli ki uyuyamamış. Ardıç toplamaya gidelim mi dediğine göre daha da sakin olmalıyım. "Gidelim dostum". "Anne biz çıkıyoruz, sen ye yemeği ben gelince yerim". Genelde Sırdaş bana yardımcı olur, benden daha güçlüdür ve daha gerçekci ama bugün sıra bende. Umarım elime yüzüme bulaştırmam.

Tepeye yavaş yavaş tırmanırken, gece boyu yerle bir olmuş düşüncelerime bir şekil vermeye çalışıyordum. Yarım saattir belki daha fazladır yürüyoruz, Ali sabırla bekliyor hala. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ki? Bazen konuşmayı nasıl öğrendiğime hayret ediyorum. Öyle alakasız şeyler için ardı ardına sıralanıp çıkarken o kelimeler, şimdi düğüm oluyor. İki harfi yan yana getirip anlamlı bir ses çıkarmakta zorlanıyorum. Oysa sese dönüştüremediğim düşünceler kafamın içinde halay çekiyorlar şuan, çok gürültülü ve hiç sevmediğim zurna sesi eşliğinde. Biraz daha dayan dostum, kurulan bir oyuncak gibiyim şuan, iyice gerileyim, dibe vurayım, sonra dökülecekler ağzımdan ta ki tekrar durana kadar.

Bastığı yere bile dikkat etmiyor. Hafif arkasından yürüyorum çünkü her an düşecek gibi yürüyor. Bir ölüm ciddiyeti var ve bunu hiç sevmedim. Kafam tenis topu sanki. Saçma sapan tahminler arasında gidip geliyorum sürekli.

Tepeye varıp, iki cep dolusu ardıç topladık sessizce ve son ardıcı yedikten sonra konuşabildim ancak. "Ali be, havuz problemlerinle aran nasıl?" Ali bu mu lan şimdi sorunun amına koyim der gibi bakınca, cebimden kağıdı çıkarıp açıkladım; "Sevda bana bir soru verdi. Tüm gece uğraştım çözemedim. Soru şu şekilde: Bir havuzu a musluğu 2x^2, b musluğu 3x^5 birim zamanda doldururken, c musluğu x^7 birim zamanda boşaltıyor. a ve b muslukları beraber açıldığında havuz 12 dakika 48 saniyede doluyor. Buna göre a ve b musluğu 6 dakika açık kaldıktan sonra c musluğu açılırsa ve 9. dakikada x şiddetinde yağan bir yağmur başlarsa havuzun %70i kaç günde dolar diyor soru. Eğer yarına kadar çözebilirsem beni öpecekmiş."

"Olum biz daha 3.sınıftayız lan, ne değerliymiş öpücüğü. Görende bir bok sanır sidikli Sevda'yı. Çok şımartıyoruz bu kız milletini dostum. O seni öpmek için ne yapacak? Hiç bir şey değil mi? Neyse somurtma tamam, a ve b'nin bileşke fonksiyonunu 12 dk 48sn'ye eşitleyerek x'i ve havuzun kaç x birimde dolduğunu bulabiliriz. Sonrası da basit zaten, tüm verileri kullanıp bir denklem oluşturup bunu havuzun 7/10'una eşitleyip çıkan sonucuda güne çevirirsen olur biter. Bunu seninde çözmen lazımdı ama kan beynine gitmiyor ki bu günlerde! Ben de bir şey oldu sandım amına koyim girdiğin triplere bak. Kalk gidelim eve, Tsubasa'yı kaçırmayalım bari."

15.06.2012
H.Ali Söyler

31 Mart 2012 Cumartesi

G....

Gel, gökkuşağını görmeye gidelim gene, görmezden gelmekle geçmiyor günler. Gökyüzüne gidelim, griliğin gerisine. Gergef gibi gerinmiş gökyüzüne. Galipler gibi gidelim, gerçekten galipler gibi. Gelmiyorsun! Gelmediğin gibi, gizemli gözlerin gel gitliler, geliyorlar gitmiyorlar, gidiyorlar gelmiyorlar. Gafil, garezli, gizliyorlar gerçekleri. Gelincikle gergedan güne gelmiş gibi girmişler gözbebeğine, gaza gelmiş gelinler gibi göstere göstere göbekler, gerdan gezdirmeler gülünçleştiriyor gözlerini. Gülüyorum. Genzim gıdıklanıyor gülünce, garip gerçekten, genelde gülünce garplılar gibi gururlu görünmem. Gözenekler gibi, gizlidir, gözle görünmez gülüşlerim. Gel gidelim, gerçekten gidelim, gitmemiz gerektiğinden gidelim. Gece gidelim, gizli gizli görünmeden. Gündüz gidelim, göstere göstere gerekirse. Güzelliğe gidelim. Gidip güzellerin gönlüne gizlenelim. Gömelim gazabımızı, gani gani ganimetler getirelim geride gıcık gıcık gülenlere. Gökdelenleri, garları görmezden gelelim, göllere, göletlere, görmediğimiz güzelliklere gidelim. Gemiyle gideriz gerekirse, güvertenin gölgesinde geziniriz geceleri. Gemiye gaydasıyla gelen gençler, geceleri geyik gazeller getirirler geçmişlerinden, güleriz. Gümrüklere geçiririz gizli gizli, greyfurt, galeta, glikoz gibi gıdalar, giyim, gazyağı, gübre, granit gibi gerekli gereksiz, getirip götürürüz günden güne. Gelecek geliri gayrimenkule gömeriz. G…..

Gene gülüyorsun!

Gül geberecise!

Gençsin güya, geçmiş gitmiş güzelliğin! Genlerinin gartlaşmış, gavatlaşmışsın gari, götleşmişsin.

Gidiyorum!

31.03.2012
H.Ali Söyler

10 Mart 2012 Cumartesi

Sarı - Mart'ın Izdırabı

Adım Sarı ama kimse Sarı diye çağırmaz beni, küçük bir kız çocuğu vermişti bu adı da. Kucağında girdiğim evden sokağa atılmam on saniye sürdüğü için onun adını bilmiyorum, sadece gülen gözleri kaldı aklımda. O günden beri sokaklarda yaşıyorum.  Ne bulursam yerim, yemek seçme lüksüm olmadı hiç. Sorarsanız arnavut çiğerini çok severim mesela ama konumuz yemekler değil.  Anlatacaklarım farklı şeyler. Beni çılgın bakire diye çağırırlar. Niye mi? Anlatayım.

Tahmin etmişsinizdir belki, ben bir kediyim. Normal yaşıtlarıma göre çok cılızım, çünkü gözlerimi nemlendirip insanlara sırnaşamam, istesemde beceremiyorum zaten.  O yüzden çok aç kaldım. Bulduklarımla idare ediyorum hala, hayatta kalacak kadar. Konuyu dağıtmayayım. Beni neden çılgın bakire diye çağırdıklarını anlatayım. 3 yaşındayım ben, 3 koca mart demek bu. Ama ben bir kere olsun sevişmedim.  Evet komik geldi biliyorum, gülebilirsiniz, alıştım çünkü gülünmeye. Alanen gösterilip dalga geçilmeye de alıştım. En iyileri bile arkamdan dedikodumu yapıyor.  Farklı doğmuşum çünkü, hemcinslerim gibi dna’larıma işlenmiş rolü oynayamıyorum. Çoğunluğun içindeki kaybolmuş, hor görülen yapayalnız biriyim ben. İlk başlarda çok ağır bir yüktü bu omuzlarımda ama şimdi alıştım. Onlar beni kabullenemese de ben onları bu şekilde kabüllendim. Yaşayıp gidiyorum. Böyle anlatınca benim tarafıma geçenleriniz oldu değil mi? Tahmin etmiştim, eksik olmayın ama dürüstte olun. İçinizden hala nasıl sevişmezsin lan? Ya hormonlar? Ya Mart ayı? Bu olayın bir ihtiyaç olması vs gibi sorular geçiyor değil mi? Geçmesin işte amına koyim, bir gün bunu sorgulamayan birini bulursam ona anlatacağım devamını. Sinirlendim şuan çok pis. Hayvan oğlu hayvanlar, bağırıyorsunuz bari grup yapmayın lan.  Sokayım ızdırabına mart diye. Siz de bir dağılın lan, dalga geçmiyoruz acı çekiyoruz burada.

H.Ali Söyler
10 Mart 2012

9 Ocak 2012 Pazartesi

Melisa’ya Mektuplar

Çok özledim seni  Melisa. Seni özlemeyi de severim bilirsin ama şuan yokluğun beni öyle acımasızca beceriyor ki düşünemiyorum bile. Kızacaksın bunları okuyunca, “dayan biraz piç!” diye bağıracaksın hatta biliyorum ama aramızda bu kadar mesafe varken güçlü olamıyorum ki her zaman.

İşe geç gitmeye başladım gene, sana sarılmadan uyuyamadığımı biliyorsun ve sen öpmeden uyanamadığımı da. O amına koduğumun alarmını duymuyorum ki bir türlü.

Çok fazla sigara içmeye başladım. Dumanla bulanıklaştırıyorum zihnimi, odayı ve anıları çünkü eğer az içersem odaya doluşup rahat bırakmıyor piçler beni.

Ne kitap okuyabiliyorum ne de bir satır yazabiliyorum sen yokken. Kafamda anılar halay çekiyor sürekli ve bilirsin hiç sevmem zurna sesini.

Yemek yemeyi de unutuyorum, dört kilo verdim sen gittikten sonra. Hiç boşuna kızma. Beraber yiyemedikten sonra yemek yapasım gelmiyor. Yaptıklarım da yenecek halde olmuyor.

Aşk bencilliktir dersin ya sürekli, yukarıda yazdıklarımı okuyunca bir kez daha hak verdim sana. Odunum işte.

Dön artık.

09.01.2012
H.Ali Söyler