12 Aralık 2009 Cumartesi
30 Ekim 2009 Cuma
Kefen Yırtan
Benzer düşünce yapısına sahip, ortak zevkleri olan, kelimelere ihtiyaç duymadan bile birbirini anlayan ve genelde aynı ırkların arasında oluşan bir kavram dostluk. Bu yüzden size anlatacağım hikâye biraz tuhaf gelebilir. Bir arı Gök, bir sinek Bokoko, bir sivrisinek Jameloggo ile henüz bir adı olmayan kelebeğin hikâyesi bu.
Gök’ten başlayalım. Gök bir haberci arı, göreviyse basit. Sabah kalktığında çevredeki polen merkezlerini bulmak ve kovanına dönüp taşıyıcı arılara yerini söylemek. İşi basit olsa da başarısız bir arı Gök ve bir arıya göre oldukça tembel. Her zaman yaptığı gibi, yine işten kaytarırken tanışmış parktaki çöpün etrafında dolaşan serseri Bokoko’yla. Bokoko her daim aç, en büyük özelliği bu. Haberci olmasından dolayı, parktaki bokların yerini iyi bilir Gök; kim nereye sıçmış, nerede henüz tüketilmemiş bir çöp var. Birkaç kez Bokoko’ya ziyafet çektirdikten sonra aralarından su sızmaz olmuş. Bu ilişkiden tek karlı çıkan Bokoko değil haliyle. Salaş, vurdumduymaz ve komik bir kişiliği var Bokoko’nun, onunla zaman geçirmek zevklidir bu yüzden. Birde ayyaş Jameloggo’muz var, garip bir sivrisinektir, herkesin kanını emmez Jameloggo, seçicidir. Favorisi sokakta sızmış ayyaşlardır, sarhoş kanını hiçbir şeye değişmeyeceğini söyler. Eğer bir eve girmişse şişman kadınlardır tercihi, hiçbir şey bulamazsa uyuz köpekleri emer. Bulanıktır kafası, ayyaştır, sürekli maceralarını anlatır, iyi de uydurur şerefsiz hakkını yememek lazım. Çok konuştuğu için sevmez kendi arkadaşları onu. Bu yüzden Gök’le Bokoko gibi, itiraz etmeden dinleyen iki dost bulduğu için şanslı sayar kendini. İşte bu üç kafadar her öğlen buluşup miskinlik yapar, boş boş konuşup akşamı ederler bir şekilde.
Güzel bir bahar günü, yine en son ayyaş Jameloggo geldi buluşmaya. “Ne haber moruklar, ne gördüm hadi tahmin edin?” dedi pis pis sırıtarak. Bokoko atladı hemen “Seviş(emey)en iki ayyaş mı?” anlatılmadan gülmeye başlayarak, Gök tahmin etti “Parkta düzüşen iki liseli mi?”. Sırıtmaya devam eden Jameloggo “Sizinde aklınız şeyinizde be olum, daha naif bir şey, hadi çalıştırın saksıları”. Bokoko girdi araya “Boka basan bir teyze mi gördün? Ziyan oldu di mi nan güzelim bok?”, Gök tekrar denedi şansını “Hmm, intihar etmeden önce son bir kez otuz bir çekmeye niyetlenip, eli şeyinde kalp krizinden ölen ezik bir ayyaş mı?” hep beraber güldüler buna. Jameloggo “İyi denemeydi moruk, tamam tamam söylüyorum hadi. Yolda gelirken ağlayan bir kelebek gördüm! Hehe, benim kafa bir milyon tabi, durup sormadım haliyle. Çok ilgimi çekti ama hiç ağlayan bir kelebek görmemiştim, düşünsene moruk, daha gözyaşının tuzlu olduğunu öğrenemeden geberip gidiyorlar. Ne kadar ironik di mi?”. Bokoko kesti sözünü “Yine o şarapçı filozof züppeyi emdin di mi seni göt, hadi sen daha fazla zırvalamadan götür bizi oraya, bugünkü eğlencemiz çıktı bile”. Böylece üç kafadar bana doğru yola çıktılar.
Bense bir papatyanın kenarına oturmuş, tepedeki güneşi izliyordum. Şimdiden ömrümün yarısı gitmişti bile. Adi örümcek, ben kozadan çıkar çıkmaz beni öldürmeye çalışmış, elinden kaçınca da arkamdan haykırmıştı. “Kaçma boşuna, zaten bu akşam öleceksin, geri zekâlı!” Keşke, ah keşke orada ölseydim. Güneş battıktan sonra öleceğim gerçeğini öğrendikten sonra, yarım günü bile zor etmiştim. İçimden hiçbir şey gelmiyordu, ne sürekli burnuma gelen güzel kokular dikkatimi çekiyor, ne rengârenk çiçekler istek uyandırıyordu. Oysa kozadayken çok farklı hayallerim vardı, kutsal bir görevim olduğu söylenmişti bana, önemli biriydim. Doğanın kaderi benim ellerimdeydi, görevimi yerine getirmeliydim mutlaka. Ama, ama hiç kimse bize o salak kozadan çıktıktan sonra bir gün içinde geberip gideceğimizi söylememişti. Bu gerçek ağır gelmişti bana, ben ölüp gittikten sonra kimin umurundaydı dünya. Oysa ben dünyayı keşfetmek, onu nasıl kurtardığımı görerek mutlu olmak istiyordum. Ben düşüncelerimle boğuşurken bu üç kafadar çıkageldi.
“Hey ne haber moruk? Ben Jameloggo ” dedi ağzı leş gibi kokan bir sivrisinek. “Ve ben Gök” dedi bir arı, ayağındaki bok kokusu burnu sızlatan bir sinek de “ Ve ben de Bokoko” diyerek takdim ettiler kendilerini. Jameloggo devam etti “Seni ağlarken gördüm sabah, kelebekler ağlamaz diye bilirim, nedir senin hikâyen?” diye sordu. Anlattım her şeyi. “Çok boktan bir durum, bunu öğrenmemeliydin” diye yorumladı arı. “Harbiden bok gibi” diye onayladı sivrisinek. Bokoka “Şu güzelim kelimeyi kullanmayın be, karnım aç zaten adi şerrolar” diyip güldürdü hepimizi. Sevdim üçünü de. Şu kısacık zaman diliminde konuşacak dostlarım olmuştu. Tüm günü benimle geçirdiler. Gök beni en güzel çiçeklere götürdü, karnımı doyurdum bir güzel. Sonra hep beraber o adi örümcekle dalga geçip intikamımı aldık. Taze bir köpek dışkısıyla karnını doyuran Bokoko’yla da dalga geçtik. Bokoko’nun karşı saldırısıyla arıların kendi bokunu yediklerini öğrendim. Her şey eğlenceliydi ve dostluğun verdiği özgüven iyi hissettiriyordu. Ama güneş yavaş yavaş batarken hüzünlenmiştim yine. Bunu fark eden Jameloggo anlatmaya başladı “Bir keresinde bir kelebekle düzüşmüştüm” duraksadı, Gök ve Bokoko birbirine bakıp sırıttılar ikisi de salladığını biliyordu, ama iyi sallıyordu şerefsiz. Devam etti “Gece olunca öleceğini bildiğim için üzülmüştüm, ilk defa bir kelebek düzmüştüm ve hoşuma gitmişti. Sonra aklıma bir fikir geldi, ona önce bu gece öleceğini açıkladım sonra yaşamak istiyorsa ne yapması gerektiğini.” Durdu ve diğerlerini süzdü Jameloggo. Tahmin bekliyordu. Ama benim ne sabrım nede zamanım vardı sordum ısrarla. Anlattı “Onu kozasına geri soktum ve günlerce besleyip düzdüm ” dedi Jameloggo. “Ama kanatları” diye atıldı Gök, “Onları da kıçına sokmuştur” diye yapıştırdı cevabı Bokoko. İlk başta saçma gelse de, kanatlarımı kaybedecek olsam da kozanın içinde geceyi ölmeden atlatabilirdim. “Tamam, kabul” dedim. Akşam olmadan kozamı Bokoko’nun yaşadığı yaşlı çınarın koğuğuna taşıdık. Güneş batmıştı, üşümeye başladığımda kanatlarımı kırıp beni kozaya yerleştirdiler ve bana şans dileyerek gittiler.
Ertesi sabah güneşin sıcaklığını hissettim gözlerimi açtığımda, ölmemiştim. Bir mucizeydi belki ama ölmemiştim işte. Gök besledi beni sonraki günlerce, öğlen buluşmalarını benim yanımda yapar oldular, birçok şey öğrendim onlardan hayat ve dünya hakkında. “Kefenyırtan” dediler adıma, dünyanın en uzun yaşayan kelebeği olmuştum. Ve kış gelip hepimiz geberene kadar, mutlu yaşadık.
29.10.2009
Haci Ali Söyler
İstanbul/Bahçelievler
Gök’ten başlayalım. Gök bir haberci arı, göreviyse basit. Sabah kalktığında çevredeki polen merkezlerini bulmak ve kovanına dönüp taşıyıcı arılara yerini söylemek. İşi basit olsa da başarısız bir arı Gök ve bir arıya göre oldukça tembel. Her zaman yaptığı gibi, yine işten kaytarırken tanışmış parktaki çöpün etrafında dolaşan serseri Bokoko’yla. Bokoko her daim aç, en büyük özelliği bu. Haberci olmasından dolayı, parktaki bokların yerini iyi bilir Gök; kim nereye sıçmış, nerede henüz tüketilmemiş bir çöp var. Birkaç kez Bokoko’ya ziyafet çektirdikten sonra aralarından su sızmaz olmuş. Bu ilişkiden tek karlı çıkan Bokoko değil haliyle. Salaş, vurdumduymaz ve komik bir kişiliği var Bokoko’nun, onunla zaman geçirmek zevklidir bu yüzden. Birde ayyaş Jameloggo’muz var, garip bir sivrisinektir, herkesin kanını emmez Jameloggo, seçicidir. Favorisi sokakta sızmış ayyaşlardır, sarhoş kanını hiçbir şeye değişmeyeceğini söyler. Eğer bir eve girmişse şişman kadınlardır tercihi, hiçbir şey bulamazsa uyuz köpekleri emer. Bulanıktır kafası, ayyaştır, sürekli maceralarını anlatır, iyi de uydurur şerefsiz hakkını yememek lazım. Çok konuştuğu için sevmez kendi arkadaşları onu. Bu yüzden Gök’le Bokoko gibi, itiraz etmeden dinleyen iki dost bulduğu için şanslı sayar kendini. İşte bu üç kafadar her öğlen buluşup miskinlik yapar, boş boş konuşup akşamı ederler bir şekilde.
Güzel bir bahar günü, yine en son ayyaş Jameloggo geldi buluşmaya. “Ne haber moruklar, ne gördüm hadi tahmin edin?” dedi pis pis sırıtarak. Bokoko atladı hemen “Seviş(emey)en iki ayyaş mı?” anlatılmadan gülmeye başlayarak, Gök tahmin etti “Parkta düzüşen iki liseli mi?”. Sırıtmaya devam eden Jameloggo “Sizinde aklınız şeyinizde be olum, daha naif bir şey, hadi çalıştırın saksıları”. Bokoko girdi araya “Boka basan bir teyze mi gördün? Ziyan oldu di mi nan güzelim bok?”, Gök tekrar denedi şansını “Hmm, intihar etmeden önce son bir kez otuz bir çekmeye niyetlenip, eli şeyinde kalp krizinden ölen ezik bir ayyaş mı?” hep beraber güldüler buna. Jameloggo “İyi denemeydi moruk, tamam tamam söylüyorum hadi. Yolda gelirken ağlayan bir kelebek gördüm! Hehe, benim kafa bir milyon tabi, durup sormadım haliyle. Çok ilgimi çekti ama hiç ağlayan bir kelebek görmemiştim, düşünsene moruk, daha gözyaşının tuzlu olduğunu öğrenemeden geberip gidiyorlar. Ne kadar ironik di mi?”. Bokoko kesti sözünü “Yine o şarapçı filozof züppeyi emdin di mi seni göt, hadi sen daha fazla zırvalamadan götür bizi oraya, bugünkü eğlencemiz çıktı bile”. Böylece üç kafadar bana doğru yola çıktılar.
Bense bir papatyanın kenarına oturmuş, tepedeki güneşi izliyordum. Şimdiden ömrümün yarısı gitmişti bile. Adi örümcek, ben kozadan çıkar çıkmaz beni öldürmeye çalışmış, elinden kaçınca da arkamdan haykırmıştı. “Kaçma boşuna, zaten bu akşam öleceksin, geri zekâlı!” Keşke, ah keşke orada ölseydim. Güneş battıktan sonra öleceğim gerçeğini öğrendikten sonra, yarım günü bile zor etmiştim. İçimden hiçbir şey gelmiyordu, ne sürekli burnuma gelen güzel kokular dikkatimi çekiyor, ne rengârenk çiçekler istek uyandırıyordu. Oysa kozadayken çok farklı hayallerim vardı, kutsal bir görevim olduğu söylenmişti bana, önemli biriydim. Doğanın kaderi benim ellerimdeydi, görevimi yerine getirmeliydim mutlaka. Ama, ama hiç kimse bize o salak kozadan çıktıktan sonra bir gün içinde geberip gideceğimizi söylememişti. Bu gerçek ağır gelmişti bana, ben ölüp gittikten sonra kimin umurundaydı dünya. Oysa ben dünyayı keşfetmek, onu nasıl kurtardığımı görerek mutlu olmak istiyordum. Ben düşüncelerimle boğuşurken bu üç kafadar çıkageldi.
“Hey ne haber moruk? Ben Jameloggo ” dedi ağzı leş gibi kokan bir sivrisinek. “Ve ben Gök” dedi bir arı, ayağındaki bok kokusu burnu sızlatan bir sinek de “ Ve ben de Bokoko” diyerek takdim ettiler kendilerini. Jameloggo devam etti “Seni ağlarken gördüm sabah, kelebekler ağlamaz diye bilirim, nedir senin hikâyen?” diye sordu. Anlattım her şeyi. “Çok boktan bir durum, bunu öğrenmemeliydin” diye yorumladı arı. “Harbiden bok gibi” diye onayladı sivrisinek. Bokoka “Şu güzelim kelimeyi kullanmayın be, karnım aç zaten adi şerrolar” diyip güldürdü hepimizi. Sevdim üçünü de. Şu kısacık zaman diliminde konuşacak dostlarım olmuştu. Tüm günü benimle geçirdiler. Gök beni en güzel çiçeklere götürdü, karnımı doyurdum bir güzel. Sonra hep beraber o adi örümcekle dalga geçip intikamımı aldık. Taze bir köpek dışkısıyla karnını doyuran Bokoko’yla da dalga geçtik. Bokoko’nun karşı saldırısıyla arıların kendi bokunu yediklerini öğrendim. Her şey eğlenceliydi ve dostluğun verdiği özgüven iyi hissettiriyordu. Ama güneş yavaş yavaş batarken hüzünlenmiştim yine. Bunu fark eden Jameloggo anlatmaya başladı “Bir keresinde bir kelebekle düzüşmüştüm” duraksadı, Gök ve Bokoko birbirine bakıp sırıttılar ikisi de salladığını biliyordu, ama iyi sallıyordu şerefsiz. Devam etti “Gece olunca öleceğini bildiğim için üzülmüştüm, ilk defa bir kelebek düzmüştüm ve hoşuma gitmişti. Sonra aklıma bir fikir geldi, ona önce bu gece öleceğini açıkladım sonra yaşamak istiyorsa ne yapması gerektiğini.” Durdu ve diğerlerini süzdü Jameloggo. Tahmin bekliyordu. Ama benim ne sabrım nede zamanım vardı sordum ısrarla. Anlattı “Onu kozasına geri soktum ve günlerce besleyip düzdüm ” dedi Jameloggo. “Ama kanatları” diye atıldı Gök, “Onları da kıçına sokmuştur” diye yapıştırdı cevabı Bokoko. İlk başta saçma gelse de, kanatlarımı kaybedecek olsam da kozanın içinde geceyi ölmeden atlatabilirdim. “Tamam, kabul” dedim. Akşam olmadan kozamı Bokoko’nun yaşadığı yaşlı çınarın koğuğuna taşıdık. Güneş batmıştı, üşümeye başladığımda kanatlarımı kırıp beni kozaya yerleştirdiler ve bana şans dileyerek gittiler.
Ertesi sabah güneşin sıcaklığını hissettim gözlerimi açtığımda, ölmemiştim. Bir mucizeydi belki ama ölmemiştim işte. Gök besledi beni sonraki günlerce, öğlen buluşmalarını benim yanımda yapar oldular, birçok şey öğrendim onlardan hayat ve dünya hakkında. “Kefenyırtan” dediler adıma, dünyanın en uzun yaşayan kelebeği olmuştum. Ve kış gelip hepimiz geberene kadar, mutlu yaşadık.
29.10.2009
Haci Ali Söyler
İstanbul/Bahçelievler
23 Eylül 2009 Çarşamba
Asildur
Samanlıktan orağı kaptığı gibi can dostunun ardından seğirtti, kara şatonun bulunduğu tepeye doğru soluksuz koşan arkadaşına yetişmek için nefes nefese kalması gerekecekti. Yolun uzun ve yorucu oluşunu, Tiğin’in tek umuduydu, elbet Asildur yorulacaktı ve oda dostunu ikna etmek için son bir şans elde edebilecekti. Ama Asildur’un damarlarında dolaşan adrenalin hiç de azalacak gibi durmuyordu! Üç saattir aralıksız koşuyorlardı iki dost,küçükken her koşuda yendiği Asildur’a yetişemiyordu bu kez Tiğin. En sonunda haykırdı arkasından “Yeter artık dur biraz lanetolası!” ama faydası olmadı, Tiğin bu kez daha can alıcı bir hamle yaptı şatonun kara duvarları önlerinde belirmeye başlayınca “Yorgun mu çıkacaksın o şerefsizlerin karşısına dur sana be”. Tepeye doğru seyrekleşen ormanın, son ağaçlarından birinin dibine çöktü Asildur. Dizlerinin bağı çözülen Tiğin ayakta zor duruyordu. Arkaşdaşının gözünde gördüğü nefret ateşi onu kendine getirdi. “Senin derdin ne be kahrolası” diye çıkıştı dostuna, bildiği cevapları tekrar duymayacağını bilerek. Elindeki palayı sıkıca kavramış olan Asildur hiç bir şey söylemedi.
Birkaç gün önce ziyaretine gelmişti dostu, bu diyarlardan kaçmayı teklif etmiş, “Bırak esen yel savursun bizi, yüreğimizin götürdüğü yere gidelim” demişti. Tiğin olmadan can dostu olmadan gitmek istememişti bu kara topraklardan. Öylece dinlemiş hiçbir şey diyememişti Tiğin, bir köleden farklarının olmadığını, zalim derebeyinin buyruğunda köpekler gibi çalışmaktan bıktığını, bu hayattan kaçıp kurtulmayı defalarca düşünen Tiğin o gün ahraz olmuştu sanki.
Asildur’un bunu istemesinin iki nedeni vardı; ilki kendi çiftliğinde köpek gibi çalışıp, ürettikleri mahsülün yüzde seksenine, vergi adı altında o şerefsizler tarafından el konulması. İkincisi ise sapık derebeyinin civardaki tüm kadın ve kızları, evli dahi olsalar, istediği zaman haremine alıp kullanmasıydı. Bu durumu onuruna yediremeyip intihar eden erkekler vardı. Fazla şansları yoktu erkeklerin, ya sevgililerini,çocuklarını bırakıp özgür güney ülkelerine kaçmak, ya saldırıp birini bile öldüremeden süvarilere eğlence kaynağı olarak ölmek, ya da çoğu gibi açlığa, tecavüzlere, köleliğe razı olarak yaşamaktı. Defalarca ayaklanmışlardı bu duruma ama yılın büyük bölümünü aç geçiren silahsız bir köylü,etle beslenen bir süvariye karşı ne yapabilirdi? İş bu kadar da değildi, derebeyinin askerleri de halka her türlü kötülüğü,zorbalığı yapıyordu. Civarda yaşayan 20 bin köylüye karşı, 15 bin askeri vardı derebeyinin ve bunların 3 bini süvariydi. Halkın silah bulundurması yasaktı. Bütün hayvanlar derebeyinindi, her köylüye belli miktar hayvan verilir ve yetiştirilmesi sağlanırdı ama kesinlikle hayvanları kesmeleri, etinden yiyemeleri yasaktı. Bu 3 bin süvari hergün köyleri dolaşıp asayişi sağlardı,sayım yaparlardı. Kaçmaya çalışanlar süvarilerce acımasızca öldürülür, kesilen başları köy meydanında çürüyene kadar kazıklarda asılı kalırdı. Kaçmak imkansıza yakındı, tek umut bir gecelik zaman diliminde,sabah sayıma gelen devriye süvariler birinin kaçtığını anlayıp peşine düştüğünde, onların yetişemeyeceği kadar arayı açmaktı. Zaten genelde de komşu derebeylerine gönderilen haber güvercinleri sayesinde, onların süvarileri tarafından yakalanır ve kesilen başı yine köy meydanında ki yerini alırdı.
Tiğin, Asildur’u sakinleştirmek, göz göre göre intihar etmesini engellemek için ne söyleyeceğini düşünüyordu. Çocukluğundan beri tanıdığı Asildur’un asla sakinleşmeyeceğini de biliyordu. Derebeyinin itleri onun nişanlısı Elzara’yı sarayda ki hareme götürmüşlerdi bu sabah. Asildur bunun er yada geç olacağını biliyordu. Buna dayanamayacağını bildiği için dün Tiğin’e kaçmak için yalvarmıştı. Tiğin’in konuşmakta zorlandığını gören Asildur “Şahmerdan’ı da aldılar” dedi. Tiğin duyduklarına inanamıştı, Asildur’un kardeşine aşıktı ama o daha çocuk sayılırdı. Henüz 14 yaşındaydı, onun yaşındakileri almazlardı ki. Tiğin’in bocaladığını gören, Asildur anlattı “Elzara’yı götürdüklerini duyunca koştum engel olmak için,ama elimden hiçbir şey gelmedi ” yuktundu. Sol gözünün altında ki kocaman çürük bunu yaptığının nişanıydı. “Eve döndüğümde Şahmerdan’ı da aldıklarını duyunca kan beynime sıçradı. Anama bağırdım neden itiraz etmedin o da çocuk demedin mi diye. Anama derebeyinin piçine oyuncak olarak götürdüklerini söylemişler” diye devam etti Asildur. Tiğin’in son duyduğu sözler adeta kalbinin patlamasına neden oldu . Yerdeki orağı kaptığı gibi koşmaya başladı surlara doğru. Asildur durdurmadı onu, intihara koştuklarını biliyorlardı, önlerindeki 10 metrelik kalın surların ardında 3 bini süvari 15 bin asker vardı. Onları geçseler karşılarına ikinci bir sur çıkacak ve onun kapalı kapıları ardında yüzlerce, özel eğitimli koruma onları bekliyor olacaktı.
Dış sur kapısına yaklaşınca yavaşladılar, gecenin karanlığından yararlanıp kapıda ki iki nöbetçiyi rahatça hakladılar ama surdaki gözcüye görünmekten kurtulamadılar. Sürgüsüz kapıdan içeri daldılar, çok geçmeden alarm çanları çalmaya başladı. Surların içinde 50 metre gidemeden askerler karşılamaya başladı onları. Askerlerin çoğu alarmın iki zavallı köylü yüzünden verildiğini anlayınca duraksayıp, arkadaşlarının onlarla nasıl eğleneceğini izlemek için beklediler. Ama iki dost önüne gelen herkesi devirmeye başlayınca süvarilerin gelmesini beklemeden saldırdılar onlarda. İkisinin gözü de o kadar dönmüştü ki, süvariler gelene kadar otuzar asker indirmişlerdi yere, artık onlara saldırmaktan çekinir olmuşlardı askerler. Ama süvariler gelince iş değişti. Tiğin üç süvarinin arasında kalmış, etraftaki askerlerin kahkaları altında, gelen kılıç darbelerinden kaçmaya çalışıyordu. Oynuyorlardı onunla, bu duruma sinirlenen Asildur bir süvarinin kolunu koparmayı başardı. Bunun üzerine süvariler de ciddileşip saldırınca, Tiğin önce elindeki orağını düşürdü sonra ardarda kılıç darbeleri almaya başladı. En yakın arkadışının, can dostunun öldüğünü gören Asildur gözlerini yumup, derebeyinin adını öyle bir bağırmaya başladı ki; ertafında bir toz çemberi oluştu önce, o toz bulutu yavaş yavaş büyüdü ve Asildur’u gözden kaybetti. Asildur birden bire kendini derebeyinin önünde bulunca ne olduğunu anlayamadı ama tüm öfkesiyle o soysuz köpeğin ümüğünü sıkmaya başladı. Derebeyide ne olduğunu anlayamamıştı, yardım isteyecek sesi bile çıkaramadı. Derebeyinin yaşam ışığı ellerinin içinde sönerken, o toz bulutu tekrar oluşmaya başladı. Asildur ne olduğunu anlayamadan bu kez kendisini karanlık bir mağrada buldu. Kocaman bir ejderhanın önünde duruyordu. Asildur önünde duran şeyin ne olduğu anlayınca kendini arkaya doğru attı. Ejderha gözleriyle onu izliyordu. Kaçmaya çalıştı Asildur. Ama duyduğu bir ses onu hareketsiz bıraktı. “Sen konuşabiliyor musun?” diye adeta haykırdı Asildur. Ejderha yine telapatik bir sesle sakin olmasını söyledi. Asildur “O şerefsiz öldü mü acaba?” diye düşünürken, ejderha “Evet o da öldü, maalesef Tiğin’de”. Asildur bir kez daha şok oldu, onun düşüncelerini bile okuyabiliyordu. Şimdi kafası karma karışık olmuştu, hiçbir şey düşünemiyordu.. Ejderha “Sorularının cevabını alacaksın merak etme. Evet seni savaş meydanından ben kurtardım ve onu öldürmen için yanına ben yolladım. Ve yine tam sırtına bir ok gireceksen seni buraya getirdim. Şimdi bunları düşünme, şuan arka mağaranın ucundan bir tavşan girdi, git ve onu yakala, karnını doyur sonra gel buraya” …
23.09.2009
H.Ali Söyler
Devam edecek...
Birkaç gün önce ziyaretine gelmişti dostu, bu diyarlardan kaçmayı teklif etmiş, “Bırak esen yel savursun bizi, yüreğimizin götürdüğü yere gidelim” demişti. Tiğin olmadan can dostu olmadan gitmek istememişti bu kara topraklardan. Öylece dinlemiş hiçbir şey diyememişti Tiğin, bir köleden farklarının olmadığını, zalim derebeyinin buyruğunda köpekler gibi çalışmaktan bıktığını, bu hayattan kaçıp kurtulmayı defalarca düşünen Tiğin o gün ahraz olmuştu sanki.
Asildur’un bunu istemesinin iki nedeni vardı; ilki kendi çiftliğinde köpek gibi çalışıp, ürettikleri mahsülün yüzde seksenine, vergi adı altında o şerefsizler tarafından el konulması. İkincisi ise sapık derebeyinin civardaki tüm kadın ve kızları, evli dahi olsalar, istediği zaman haremine alıp kullanmasıydı. Bu durumu onuruna yediremeyip intihar eden erkekler vardı. Fazla şansları yoktu erkeklerin, ya sevgililerini,çocuklarını bırakıp özgür güney ülkelerine kaçmak, ya saldırıp birini bile öldüremeden süvarilere eğlence kaynağı olarak ölmek, ya da çoğu gibi açlığa, tecavüzlere, köleliğe razı olarak yaşamaktı. Defalarca ayaklanmışlardı bu duruma ama yılın büyük bölümünü aç geçiren silahsız bir köylü,etle beslenen bir süvariye karşı ne yapabilirdi? İş bu kadar da değildi, derebeyinin askerleri de halka her türlü kötülüğü,zorbalığı yapıyordu. Civarda yaşayan 20 bin köylüye karşı, 15 bin askeri vardı derebeyinin ve bunların 3 bini süvariydi. Halkın silah bulundurması yasaktı. Bütün hayvanlar derebeyinindi, her köylüye belli miktar hayvan verilir ve yetiştirilmesi sağlanırdı ama kesinlikle hayvanları kesmeleri, etinden yiyemeleri yasaktı. Bu 3 bin süvari hergün köyleri dolaşıp asayişi sağlardı,sayım yaparlardı. Kaçmaya çalışanlar süvarilerce acımasızca öldürülür, kesilen başları köy meydanında çürüyene kadar kazıklarda asılı kalırdı. Kaçmak imkansıza yakındı, tek umut bir gecelik zaman diliminde,sabah sayıma gelen devriye süvariler birinin kaçtığını anlayıp peşine düştüğünde, onların yetişemeyeceği kadar arayı açmaktı. Zaten genelde de komşu derebeylerine gönderilen haber güvercinleri sayesinde, onların süvarileri tarafından yakalanır ve kesilen başı yine köy meydanında ki yerini alırdı.
Tiğin, Asildur’u sakinleştirmek, göz göre göre intihar etmesini engellemek için ne söyleyeceğini düşünüyordu. Çocukluğundan beri tanıdığı Asildur’un asla sakinleşmeyeceğini de biliyordu. Derebeyinin itleri onun nişanlısı Elzara’yı sarayda ki hareme götürmüşlerdi bu sabah. Asildur bunun er yada geç olacağını biliyordu. Buna dayanamayacağını bildiği için dün Tiğin’e kaçmak için yalvarmıştı. Tiğin’in konuşmakta zorlandığını gören Asildur “Şahmerdan’ı da aldılar” dedi. Tiğin duyduklarına inanamıştı, Asildur’un kardeşine aşıktı ama o daha çocuk sayılırdı. Henüz 14 yaşındaydı, onun yaşındakileri almazlardı ki. Tiğin’in bocaladığını gören, Asildur anlattı “Elzara’yı götürdüklerini duyunca koştum engel olmak için,ama elimden hiçbir şey gelmedi ” yuktundu. Sol gözünün altında ki kocaman çürük bunu yaptığının nişanıydı. “Eve döndüğümde Şahmerdan’ı da aldıklarını duyunca kan beynime sıçradı. Anama bağırdım neden itiraz etmedin o da çocuk demedin mi diye. Anama derebeyinin piçine oyuncak olarak götürdüklerini söylemişler” diye devam etti Asildur. Tiğin’in son duyduğu sözler adeta kalbinin patlamasına neden oldu . Yerdeki orağı kaptığı gibi koşmaya başladı surlara doğru. Asildur durdurmadı onu, intihara koştuklarını biliyorlardı, önlerindeki 10 metrelik kalın surların ardında 3 bini süvari 15 bin asker vardı. Onları geçseler karşılarına ikinci bir sur çıkacak ve onun kapalı kapıları ardında yüzlerce, özel eğitimli koruma onları bekliyor olacaktı.
Dış sur kapısına yaklaşınca yavaşladılar, gecenin karanlığından yararlanıp kapıda ki iki nöbetçiyi rahatça hakladılar ama surdaki gözcüye görünmekten kurtulamadılar. Sürgüsüz kapıdan içeri daldılar, çok geçmeden alarm çanları çalmaya başladı. Surların içinde 50 metre gidemeden askerler karşılamaya başladı onları. Askerlerin çoğu alarmın iki zavallı köylü yüzünden verildiğini anlayınca duraksayıp, arkadaşlarının onlarla nasıl eğleneceğini izlemek için beklediler. Ama iki dost önüne gelen herkesi devirmeye başlayınca süvarilerin gelmesini beklemeden saldırdılar onlarda. İkisinin gözü de o kadar dönmüştü ki, süvariler gelene kadar otuzar asker indirmişlerdi yere, artık onlara saldırmaktan çekinir olmuşlardı askerler. Ama süvariler gelince iş değişti. Tiğin üç süvarinin arasında kalmış, etraftaki askerlerin kahkaları altında, gelen kılıç darbelerinden kaçmaya çalışıyordu. Oynuyorlardı onunla, bu duruma sinirlenen Asildur bir süvarinin kolunu koparmayı başardı. Bunun üzerine süvariler de ciddileşip saldırınca, Tiğin önce elindeki orağını düşürdü sonra ardarda kılıç darbeleri almaya başladı. En yakın arkadışının, can dostunun öldüğünü gören Asildur gözlerini yumup, derebeyinin adını öyle bir bağırmaya başladı ki; ertafında bir toz çemberi oluştu önce, o toz bulutu yavaş yavaş büyüdü ve Asildur’u gözden kaybetti. Asildur birden bire kendini derebeyinin önünde bulunca ne olduğunu anlayamadı ama tüm öfkesiyle o soysuz köpeğin ümüğünü sıkmaya başladı. Derebeyide ne olduğunu anlayamamıştı, yardım isteyecek sesi bile çıkaramadı. Derebeyinin yaşam ışığı ellerinin içinde sönerken, o toz bulutu tekrar oluşmaya başladı. Asildur ne olduğunu anlayamadan bu kez kendisini karanlık bir mağrada buldu. Kocaman bir ejderhanın önünde duruyordu. Asildur önünde duran şeyin ne olduğu anlayınca kendini arkaya doğru attı. Ejderha gözleriyle onu izliyordu. Kaçmaya çalıştı Asildur. Ama duyduğu bir ses onu hareketsiz bıraktı. “Sen konuşabiliyor musun?” diye adeta haykırdı Asildur. Ejderha yine telapatik bir sesle sakin olmasını söyledi. Asildur “O şerefsiz öldü mü acaba?” diye düşünürken, ejderha “Evet o da öldü, maalesef Tiğin’de”. Asildur bir kez daha şok oldu, onun düşüncelerini bile okuyabiliyordu. Şimdi kafası karma karışık olmuştu, hiçbir şey düşünemiyordu.. Ejderha “Sorularının cevabını alacaksın merak etme. Evet seni savaş meydanından ben kurtardım ve onu öldürmen için yanına ben yolladım. Ve yine tam sırtına bir ok gireceksen seni buraya getirdim. Şimdi bunları düşünme, şuan arka mağaranın ucundan bir tavşan girdi, git ve onu yakala, karnını doyur sonra gel buraya” …
23.09.2009
H.Ali Söyler
Devam edecek...
3 Eylül 2009 Perşembe
Bir Baba, Bir Anne ve Bir Çocuk
Erkekler ağlamaz derler, derlerde inanmayın siz. Evet belki sıcak katreler süzülmüyor yanaklarımdan ama inanın içimde kocaman bir okyanus var şuan. İki tane kocaman akarsu besliyor hala, hem de yaz kış. Şahidim, kurumadı en şiddetli sıcaklarda bile. Daha sekiz dokuz yaşlarındayken oluşan, bu debisi yüksek iki akarsu, beraberinde taşıdığı alüvyonlarla çok derin bir kanyonlar oluşturdu haliyle. Yapay metotlarla denedim doldurmayı, denemedim değil ama sonra doğanın gücünü idrak edip kendi haline bıraktım işte.
Anlayacağınız daha oyunlar oynayamadan, düşüp dizlerimi kanatmadan, anlamsız sokak kavgalarında küçük yumruklar yemeden çok çok önce öğrendim gözyaşlarının tuzlu olduğunu. Akranlarım dışarda neşeli çığlıklar atarken, ben anneme sarılıp daha niye ağladığını anlayamadan, onu teselli ederken buldum kendimi. Bende ağlardım bazen onunla, sonra bir gün, erkekler ağlamaz dendi bana, öyle ya, annem, o güzel insan bana emanetti, güçlü olmalıydım! Erkektim sonuçta ve en büyük çocuktum. Sorumsuz bir erkeğin açtığı yaraları ancak başka bir erkek düzeltebilirdi değil mi?
Daha aşık olamadan, sevginin ne olduğunu bilemeden, aldatıldım bende annemle. O yaşlarda soğudum ilişkilerden. O yaşlarda korktum evlenmekten. Annem hergün üzülürken, hergün onuru incinirken gülemezdim, çıkıp oyunlar oynayamazdım, çocuk olamazdım ki. Sonra o akşamlar var, sessiz yenen yemekler, konuşulmayan bir aile de çocuk olmak ne zordur bilir misiniz? Sevgi kelimesinin aile lugatında olmadığı, herkesin kendi halinde olduğu ama her fırsatta seni bir yetişkin gibi köşeye çekip, senin baban böyle,senin annen şöyle diye anlamsız nutuklar yediniz mi hiç? Sevdiğiniz iki insanın hergün birbirini nasıl kırdığına şahit olup sustunuz mu hiç? Evet ben bu yüzden sessizim işte, bana niye konuşmuyorsun diye sorarlardı eskiden. Ben konuşturulmadım ki, bir çocuk gibi sorular sorup, hayal gücümle kucaklaşamadım ki hiç. Hala izleri var üzerimde.
Büyüdüm işte böyle, lise bittiğinde evde durum aynıydı, babam eve dönmüş ama üvey kardeş bahanesiyle ilişkisine devam ediyordu. Bu şekilde geçen on yıl boyunca doğru işler yapmadı da değil annem. Bir ara ayrıldı babamdan mesela, ne sevinmiştim, korkumuyor değildim yeni bir babadan ama annem mutlu olacaksa ona bile razıydım. Ayrılırken kocaman bir hata yaptı annem, çocukları yem olarak kullandı. Kardeşlerimi yanına alırken beni babama verdi. Evet koca bir yıl üvey annemle yaşadım. O bir yıl boyunca babamdan nefret ettim. Annemi aldattığı, hemde çocuğuna hamileyken aldattığı o kadın, üçüncü sınıf bir afişteden başka bir şey değildi. Zaten babam iflas ettiğinde ilk kaçanda o oldu. O zaman algıladım işte, kadınların çoğu sadece paraya, erkeklerin çoğuda sadece yatak zevkine yenik. Annemle babam ayrıyken bok var gibi kolumu kırdım. Uzun zamandır ayrı olan çift hastanede buluştu mecburiyetten. Narkozlu kafayla amaliyathaneden çıktığımda sordu babam, ilgilenirmiş gibi yaparak! “Olum var mı bir isteğin? Söyle hemen alayım”. İşte orada hayatımın en büyük hatalarından birini yaptım, çocuk aklıyla “Birleşin baba” dedim. Birleştilerde. İstanbula taşındık yeni bir başlangıç için. Ama iradesiz babam huyundan vazgeçemedi. Yine aldattı. Hep haklıydı babam(!) öyle bir anlatırdı ki annem dünyanın en kötü kadınıydı sanki. Yerinde ben olsam, bende aldatırmışım, öyle derdi hep. Nefret ettim ilişkilerden babam yüzünden, birde utanmadan takılırdı, baban bu kadar çapkın sen niye böylesin(!), niye hiç ona çekmemişim.
İmdadıma üniversite yetişti sonra, güzel bir puan almıştım, İstanbul’da ve etraftaki yakın illerde çoğu yere girebiliyordum. İşte o an hayatımın en doğru kararlarından birini alarak, sırf onlardan uzak olabilmek için Kayseri’yi yazdım. Kayıt olmaya bile tek başıma gittim. İnanın bana, mübalağa etmiyorum, 18 yaşında ilk defa yaşadığımı hissettim ben. Çok güzel bir üniversite hayatım oldu. Kendimi keşfettim, neyi sevip neyi sevmediğimi buldum. Tam bir balık burcu olduğumu, sanata olan düşkünlüğümü farkettim. İlk defa bir kızla ilişkim oldu, elime yüzüme bulaştırdım acemilikten ama olsun oldu işte. Kim olduğumu keşfettim ama çok geç oldu haliyle, 22 yaşında başlayabildim ancak müziğe, yazmaya, para kazanmaya başladıktan sonra alabildim ilk fotoğraf makinemi. Belki normal bir ailede büyümüş olsam bu yeteneklerim desteklenmiş olsaydı, şuan çokda severek yapmadığım bu işte çalışıyor olmazdım. Mutlu olacağım bir hayatım olurdu belki de. Hayallerimi, yalnızca yakıp ısınmak için kullanmazdım eminim.
Yaşadıklarımdan çıkardığım sonuç ise ilişkilerime yansıyor haliyle, ebeveynlerin bir çocuğun hayatında ki rolü ve sorumluğu öylesine korkuttu ki beni, iki ilişkimi sırf evlenme lafı geçti diye anında bitirdim. Bırakında ben karar vereyim ona, erkekler zaten korkar evlilikten ben ise çok korkuyorum.
Babama dönersek tekrar, hiç değişmedi adam. Hala çapkınlık peşinde, birde kişilik bozukluğu var maalesef. Hiçbir zaman suçlu değil, o hep melek, öyle kalacak, suçlu hep biziz. Ortaokuldan beri, hep içimde bir yerlerde saklı kalan bir türlü beceremediğim bir kaçıp gitme, herşeyi terketme dürtüsü var. Ciddi ciddi yurt dışına kaçmak yalnız olmak istiyordum, hala da istiyorum. Ama hiç bırakıp gidemedim annemi. Neyse babama odaklanırsak, annemle evlenmesinin tek nedini para olduğu kendisi de itiraf etmişti zaten, ben işe başladıktan sonra bana ve kardeşime de aynı gözle bakınca, annemin acısını bir kez daha derinden hissettim. Ve benim yapamadığımı babam yaptı. Üniversiteden aldığım kredilerin geri ödemesi başlayınca, babama para veremediğim ilk ay anneme, “Para vermeyecekse siktirsin gitsin” demiş. İlk defa babamın söylediği birşeyden mutlu oldum diyebilirim. Tamda son doğum günüm arefesine denk geldi. Bende Beyoğlun’da istiklal üzerinde bir stüdyo daireye tutarak kendime ilk defa bir doğum günü hediyesi aldım. 26 yaşındaydım ve ilk defa yalnızdım. Mutluydum. Artık hayallerimle, düşüncelerimle sıkı sıkı kucaklaşabilecektim. Beynimde beni kemiren kitabıma başlayabilecektim artık. Ama işler istediğim gibi gitmedi pek, benim evden ayrılmamla babam önce kardeşimle kavga etti, sonra annem üzerinde ki haksız baskısını artırdı, aklım yine evde kaldı. Birde iş yerimde ki arkadaşımın askere gitmesiyle iki kişilik işi tek başına yapmanın stresi binince omuzlarıma, 6 aylık yalnızlık maceram pek huzurlu geçmedi. Ama mutluydum,yalnızdım..
Bugün ilk yalnızlık denememin son günü :( , eve dönüyorum yarın. Babam diğer afiştenin yanındaki 3 aylık tatilinden döndükten sonra, annemi dövmeye çalışarak son damlayı taşırdı. Annem en sonunda boşanma dilekçesini verdi mahkemeye. 50 yaşında 30 yıllık mutsuz bir evliliği en sonunda bitirmeye karar verdi. Çok geçte olsa onun adına mutluyum. Bende yeniden annemin yanında olmak için, birazcık mutlu olsun diye, yine kendi mutluğumdan feragat ederek eve dönüyorum. Hayırlısıyla boşandıracam ikisini.. Sonra belki tekrar düşerim hayallerimin peşine. Çok beklediler biliyorum, ama elimden bir şey gelmiyor şuan. Birazcık daha sıksınlar dişlerini, ölmezsem kavuşacam onlara bir gün.
H.Ali Söyler
03.09.2009
Beyoğlu/İstanbul
Anlayacağınız daha oyunlar oynayamadan, düşüp dizlerimi kanatmadan, anlamsız sokak kavgalarında küçük yumruklar yemeden çok çok önce öğrendim gözyaşlarının tuzlu olduğunu. Akranlarım dışarda neşeli çığlıklar atarken, ben anneme sarılıp daha niye ağladığını anlayamadan, onu teselli ederken buldum kendimi. Bende ağlardım bazen onunla, sonra bir gün, erkekler ağlamaz dendi bana, öyle ya, annem, o güzel insan bana emanetti, güçlü olmalıydım! Erkektim sonuçta ve en büyük çocuktum. Sorumsuz bir erkeğin açtığı yaraları ancak başka bir erkek düzeltebilirdi değil mi?
Daha aşık olamadan, sevginin ne olduğunu bilemeden, aldatıldım bende annemle. O yaşlarda soğudum ilişkilerden. O yaşlarda korktum evlenmekten. Annem hergün üzülürken, hergün onuru incinirken gülemezdim, çıkıp oyunlar oynayamazdım, çocuk olamazdım ki. Sonra o akşamlar var, sessiz yenen yemekler, konuşulmayan bir aile de çocuk olmak ne zordur bilir misiniz? Sevgi kelimesinin aile lugatında olmadığı, herkesin kendi halinde olduğu ama her fırsatta seni bir yetişkin gibi köşeye çekip, senin baban böyle,senin annen şöyle diye anlamsız nutuklar yediniz mi hiç? Sevdiğiniz iki insanın hergün birbirini nasıl kırdığına şahit olup sustunuz mu hiç? Evet ben bu yüzden sessizim işte, bana niye konuşmuyorsun diye sorarlardı eskiden. Ben konuşturulmadım ki, bir çocuk gibi sorular sorup, hayal gücümle kucaklaşamadım ki hiç. Hala izleri var üzerimde.
Büyüdüm işte böyle, lise bittiğinde evde durum aynıydı, babam eve dönmüş ama üvey kardeş bahanesiyle ilişkisine devam ediyordu. Bu şekilde geçen on yıl boyunca doğru işler yapmadı da değil annem. Bir ara ayrıldı babamdan mesela, ne sevinmiştim, korkumuyor değildim yeni bir babadan ama annem mutlu olacaksa ona bile razıydım. Ayrılırken kocaman bir hata yaptı annem, çocukları yem olarak kullandı. Kardeşlerimi yanına alırken beni babama verdi. Evet koca bir yıl üvey annemle yaşadım. O bir yıl boyunca babamdan nefret ettim. Annemi aldattığı, hemde çocuğuna hamileyken aldattığı o kadın, üçüncü sınıf bir afişteden başka bir şey değildi. Zaten babam iflas ettiğinde ilk kaçanda o oldu. O zaman algıladım işte, kadınların çoğu sadece paraya, erkeklerin çoğuda sadece yatak zevkine yenik. Annemle babam ayrıyken bok var gibi kolumu kırdım. Uzun zamandır ayrı olan çift hastanede buluştu mecburiyetten. Narkozlu kafayla amaliyathaneden çıktığımda sordu babam, ilgilenirmiş gibi yaparak! “Olum var mı bir isteğin? Söyle hemen alayım”. İşte orada hayatımın en büyük hatalarından birini yaptım, çocuk aklıyla “Birleşin baba” dedim. Birleştilerde. İstanbula taşındık yeni bir başlangıç için. Ama iradesiz babam huyundan vazgeçemedi. Yine aldattı. Hep haklıydı babam(!) öyle bir anlatırdı ki annem dünyanın en kötü kadınıydı sanki. Yerinde ben olsam, bende aldatırmışım, öyle derdi hep. Nefret ettim ilişkilerden babam yüzünden, birde utanmadan takılırdı, baban bu kadar çapkın sen niye böylesin(!), niye hiç ona çekmemişim.
İmdadıma üniversite yetişti sonra, güzel bir puan almıştım, İstanbul’da ve etraftaki yakın illerde çoğu yere girebiliyordum. İşte o an hayatımın en doğru kararlarından birini alarak, sırf onlardan uzak olabilmek için Kayseri’yi yazdım. Kayıt olmaya bile tek başıma gittim. İnanın bana, mübalağa etmiyorum, 18 yaşında ilk defa yaşadığımı hissettim ben. Çok güzel bir üniversite hayatım oldu. Kendimi keşfettim, neyi sevip neyi sevmediğimi buldum. Tam bir balık burcu olduğumu, sanata olan düşkünlüğümü farkettim. İlk defa bir kızla ilişkim oldu, elime yüzüme bulaştırdım acemilikten ama olsun oldu işte. Kim olduğumu keşfettim ama çok geç oldu haliyle, 22 yaşında başlayabildim ancak müziğe, yazmaya, para kazanmaya başladıktan sonra alabildim ilk fotoğraf makinemi. Belki normal bir ailede büyümüş olsam bu yeteneklerim desteklenmiş olsaydı, şuan çokda severek yapmadığım bu işte çalışıyor olmazdım. Mutlu olacağım bir hayatım olurdu belki de. Hayallerimi, yalnızca yakıp ısınmak için kullanmazdım eminim.
Yaşadıklarımdan çıkardığım sonuç ise ilişkilerime yansıyor haliyle, ebeveynlerin bir çocuğun hayatında ki rolü ve sorumluğu öylesine korkuttu ki beni, iki ilişkimi sırf evlenme lafı geçti diye anında bitirdim. Bırakında ben karar vereyim ona, erkekler zaten korkar evlilikten ben ise çok korkuyorum.
Babama dönersek tekrar, hiç değişmedi adam. Hala çapkınlık peşinde, birde kişilik bozukluğu var maalesef. Hiçbir zaman suçlu değil, o hep melek, öyle kalacak, suçlu hep biziz. Ortaokuldan beri, hep içimde bir yerlerde saklı kalan bir türlü beceremediğim bir kaçıp gitme, herşeyi terketme dürtüsü var. Ciddi ciddi yurt dışına kaçmak yalnız olmak istiyordum, hala da istiyorum. Ama hiç bırakıp gidemedim annemi. Neyse babama odaklanırsak, annemle evlenmesinin tek nedini para olduğu kendisi de itiraf etmişti zaten, ben işe başladıktan sonra bana ve kardeşime de aynı gözle bakınca, annemin acısını bir kez daha derinden hissettim. Ve benim yapamadığımı babam yaptı. Üniversiteden aldığım kredilerin geri ödemesi başlayınca, babama para veremediğim ilk ay anneme, “Para vermeyecekse siktirsin gitsin” demiş. İlk defa babamın söylediği birşeyden mutlu oldum diyebilirim. Tamda son doğum günüm arefesine denk geldi. Bende Beyoğlun’da istiklal üzerinde bir stüdyo daireye tutarak kendime ilk defa bir doğum günü hediyesi aldım. 26 yaşındaydım ve ilk defa yalnızdım. Mutluydum. Artık hayallerimle, düşüncelerimle sıkı sıkı kucaklaşabilecektim. Beynimde beni kemiren kitabıma başlayabilecektim artık. Ama işler istediğim gibi gitmedi pek, benim evden ayrılmamla babam önce kardeşimle kavga etti, sonra annem üzerinde ki haksız baskısını artırdı, aklım yine evde kaldı. Birde iş yerimde ki arkadaşımın askere gitmesiyle iki kişilik işi tek başına yapmanın stresi binince omuzlarıma, 6 aylık yalnızlık maceram pek huzurlu geçmedi. Ama mutluydum,yalnızdım..
Bugün ilk yalnızlık denememin son günü :( , eve dönüyorum yarın. Babam diğer afiştenin yanındaki 3 aylık tatilinden döndükten sonra, annemi dövmeye çalışarak son damlayı taşırdı. Annem en sonunda boşanma dilekçesini verdi mahkemeye. 50 yaşında 30 yıllık mutsuz bir evliliği en sonunda bitirmeye karar verdi. Çok geçte olsa onun adına mutluyum. Bende yeniden annemin yanında olmak için, birazcık mutlu olsun diye, yine kendi mutluğumdan feragat ederek eve dönüyorum. Hayırlısıyla boşandıracam ikisini.. Sonra belki tekrar düşerim hayallerimin peşine. Çok beklediler biliyorum, ama elimden bir şey gelmiyor şuan. Birazcık daha sıksınlar dişlerini, ölmezsem kavuşacam onlara bir gün.
H.Ali Söyler
03.09.2009
Beyoğlu/İstanbul
16 Mayıs 2009 Cumartesi
Özlem
“Ne çok özledim” dedi yanımda sessizce yürürken. İstiklal’in uğultusunda dahi sesindeki hüznü yakalamıştı kulaklarım. Gökyüzüne bakarak söylemişti bunu. Kafamı kaldırıp ben de baktım güçlü şehir ışıklarının ardında uzanan karanlık boşluğa. “Yıldızları mı?” diye tahmin ettim. Başını evet anlamında salladı ve derin bir iç geçirdi.
Benim gibi çocukluğunu köyde geçiren biri anlayabilirdi herhalde neler hissettiğini. Her gece evin çardağındaki sedire yatıp izlerdik, gökyüzünün o muhteşem tiyatrosunu. Hatta zor da olsa babannemi ikna edip damda yattığımız o yaz geceleri, tarif edilemez güzelliklerdi. Teyzemin dizlerine yatıp, onun anlattığı hikayelerle uzayın sonsuz boşluğunu hayal etmek, uzaklardaki yaşamları düşünmek heyecanlandırır uykumuzu kaçırırdı. Tekrar kafamı kaldırıp baktığımda, bir tek yıldızı bile göremedim çok sevdiğim İstanbul semalarında. “Ne acı!” diye hemfikir oldum onunla.
“Aklıma bir fikir geldi!” dedi heyecan dolu bir sesle, koyu kahve rengi gözleri gecenin içinde parladı bir anda. İçim ürperdi gene, ne zaman ona uyacak olsam böyle olurdu bana. “Ne yapacaksın?” diye sordum heyecanla. “Ben değil sen” dedi bilmiş bir gülümsemeyle. “İkimiz de yıldızları özlediğimize göre onları görmenin vakti gelmiştir ha! Ne dersin?” dedi. Güldüm, en az onun kadar özlemiştim yıldızları ama yıldızları görebilmek için İstanbul gibi çok fazla gece ışığı olan bir şehirden uzaklaşmamız ya da bir teleskop falan bulmamız gerekiyordu. Ben düşünürken içimdeki çocuk çoktan köşeyi dönmüştü bile. Ardından seğirttim hemen. Taksim ara sokaklarında bir süre dolaştıktan sonra, bölgeye şehir akımını veren trafoları buldu. “İşte geldik” dedi. Kafasını kaldırıp ana alterlerin büyük trafoya girdiği yeri işaret ederek “Hala iyi sapan kullanabilir misin?” diye sordu. Düşündüğü şeyi anlayınca pis pis sırıttım ben de. Arka cebinden sapanı çıkartıp bana uzattı. Trafonun arkasındaki binada bulunan çanak uydu alıcısını işaret ederek “Ucu yukarı doğru olan bir kancaya emaneten takılı, eğer yeterince iyi isabet ettirirsen düşürebilirsin” dedi göz kırparak. Sağ cebinden çıkardığı bilyeleri uzattı bana sonra. “Görelim bakalım ne kadar yaşıyorum içinde” deyip izlemek için geri çekildi. Sapanı elime alınca, çocukluk anılarıma döndüm gülümseyerek. Arkamda ki haylaz veled küçükken bundan çok daha zor atışları başarıyla yapardı. Birkaç denemeden sonra yerinden oynatabilmiştim anteni. En sonunda güzel bir atışla çıkarmıştım anteni yerinden ama düşmesini engellemişti şerefsiz kablolar. Arkamdan “Bahse girerim üç dakika içinde kopacaklar” diye kıkırdadı. Tahmini doğru çıkmadı. Oturup kopmasını bekledik bir müddet. İkimizin gözüde çanaktaydı ki ikimiz de yaklaşan polisleri göremedik. “Anteni taşlayan sen misin lan? Anten!” diyen memurun sesi kendimize getirdi bizi. Elimdeki sapanı saklama fırsatım olmadı haliyle. “Hakkında şikayet var, hadi karakola alıyoruz seni canım” dedi daha yaşlı olan memur. Hüzünlü bir şekilde, iki memurun arasında karakola gittim. Nöbetçi amir “Ne bok yemeye taşladın lan çanağı” diye takıldığında kahkahayı patlattım ben de. “Yiyecen kafanı copu haa, söylesene olum niye taşladın be” diye gülerek tekrar sordu amir. Ben de ciddileşip “Kötü bir niyetim yoktu, sadece yıldızları özledim o kadar” dedim, “Parası neyse veririm” diye de ekledim hemen. Nöbetçi amir “Atın şu manyağı nezarete” dedi. “İstiyorsan kafana bir cop indirelim görürsün belki yıldızları” diye de espiriyi patlattı ardımdan.
Nezarethanede kimse yoktu. Küçük camın altındaki sert banka sırt üstü uzanıp çok dar açıdan görünen gökyüzüne baktım. Tam o sırada bütün karakol karanlığa büründü. Sadece karakol değil, tüm taksim karanlıktaydı. Dışarıdan şen bir çocuk kahkahası geldi. Ben de gülümsedim. Sadece büyük ayının kuyruk sokumunu görüyor olsam da özlemimi bir nebze gidermiştim.
14 Mayıs 2009
H.Ali Söyler / Taksim
Benim gibi çocukluğunu köyde geçiren biri anlayabilirdi herhalde neler hissettiğini. Her gece evin çardağındaki sedire yatıp izlerdik, gökyüzünün o muhteşem tiyatrosunu. Hatta zor da olsa babannemi ikna edip damda yattığımız o yaz geceleri, tarif edilemez güzelliklerdi. Teyzemin dizlerine yatıp, onun anlattığı hikayelerle uzayın sonsuz boşluğunu hayal etmek, uzaklardaki yaşamları düşünmek heyecanlandırır uykumuzu kaçırırdı. Tekrar kafamı kaldırıp baktığımda, bir tek yıldızı bile göremedim çok sevdiğim İstanbul semalarında. “Ne acı!” diye hemfikir oldum onunla.
“Aklıma bir fikir geldi!” dedi heyecan dolu bir sesle, koyu kahve rengi gözleri gecenin içinde parladı bir anda. İçim ürperdi gene, ne zaman ona uyacak olsam böyle olurdu bana. “Ne yapacaksın?” diye sordum heyecanla. “Ben değil sen” dedi bilmiş bir gülümsemeyle. “İkimiz de yıldızları özlediğimize göre onları görmenin vakti gelmiştir ha! Ne dersin?” dedi. Güldüm, en az onun kadar özlemiştim yıldızları ama yıldızları görebilmek için İstanbul gibi çok fazla gece ışığı olan bir şehirden uzaklaşmamız ya da bir teleskop falan bulmamız gerekiyordu. Ben düşünürken içimdeki çocuk çoktan köşeyi dönmüştü bile. Ardından seğirttim hemen. Taksim ara sokaklarında bir süre dolaştıktan sonra, bölgeye şehir akımını veren trafoları buldu. “İşte geldik” dedi. Kafasını kaldırıp ana alterlerin büyük trafoya girdiği yeri işaret ederek “Hala iyi sapan kullanabilir misin?” diye sordu. Düşündüğü şeyi anlayınca pis pis sırıttım ben de. Arka cebinden sapanı çıkartıp bana uzattı. Trafonun arkasındaki binada bulunan çanak uydu alıcısını işaret ederek “Ucu yukarı doğru olan bir kancaya emaneten takılı, eğer yeterince iyi isabet ettirirsen düşürebilirsin” dedi göz kırparak. Sağ cebinden çıkardığı bilyeleri uzattı bana sonra. “Görelim bakalım ne kadar yaşıyorum içinde” deyip izlemek için geri çekildi. Sapanı elime alınca, çocukluk anılarıma döndüm gülümseyerek. Arkamda ki haylaz veled küçükken bundan çok daha zor atışları başarıyla yapardı. Birkaç denemeden sonra yerinden oynatabilmiştim anteni. En sonunda güzel bir atışla çıkarmıştım anteni yerinden ama düşmesini engellemişti şerefsiz kablolar. Arkamdan “Bahse girerim üç dakika içinde kopacaklar” diye kıkırdadı. Tahmini doğru çıkmadı. Oturup kopmasını bekledik bir müddet. İkimizin gözüde çanaktaydı ki ikimiz de yaklaşan polisleri göremedik. “Anteni taşlayan sen misin lan? Anten!” diyen memurun sesi kendimize getirdi bizi. Elimdeki sapanı saklama fırsatım olmadı haliyle. “Hakkında şikayet var, hadi karakola alıyoruz seni canım” dedi daha yaşlı olan memur. Hüzünlü bir şekilde, iki memurun arasında karakola gittim. Nöbetçi amir “Ne bok yemeye taşladın lan çanağı” diye takıldığında kahkahayı patlattım ben de. “Yiyecen kafanı copu haa, söylesene olum niye taşladın be” diye gülerek tekrar sordu amir. Ben de ciddileşip “Kötü bir niyetim yoktu, sadece yıldızları özledim o kadar” dedim, “Parası neyse veririm” diye de ekledim hemen. Nöbetçi amir “Atın şu manyağı nezarete” dedi. “İstiyorsan kafana bir cop indirelim görürsün belki yıldızları” diye de espiriyi patlattı ardımdan.
Nezarethanede kimse yoktu. Küçük camın altındaki sert banka sırt üstü uzanıp çok dar açıdan görünen gökyüzüne baktım. Tam o sırada bütün karakol karanlığa büründü. Sadece karakol değil, tüm taksim karanlıktaydı. Dışarıdan şen bir çocuk kahkahası geldi. Ben de gülümsedim. Sadece büyük ayının kuyruk sokumunu görüyor olsam da özlemimi bir nebze gidermiştim.
14 Mayıs 2009
H.Ali Söyler / Taksim
6 Mayıs 2009 Çarşamba
Gündüz Düşçüsü
Gezindim durdum; karanlık ara sokaklarda, kendi ayak sesinden korkarak hemde, yüreğim titreyerek, gölgemden kaçarak. Beynimden taşan cevapsız sorular çelmeler taktılar bana çarpıp rutubetli duvarlara. Düştüm defalarca, dizlerim kanadı, bayıldığım da oldu hatta. Pis kokuları takip ettim, derinliklerine indim şehrin, lağımlarda yüzdüm, bokunuzu burun farkıyla geçtim. Kayboldum,umudumu yitirdim bazen ama devam da ettim kaçmaya.
Bir pazar yeri buldum sonra; fahişeler, hırsızlar, arsızlar, şerefsizler,duygusuzlar ne ararsanız. Demek aradığım yer burasıymış dedim kendi kendime. Cebimdeki son parayla bir tezgah satın aldım. Gözyaşlarımı sattım önce ağlayamayanlara, iyi tuttu bu, rekabet artınca bıraktım ama,ucuzladı. Pazarın daha güzel bir yerinde ağlanacak bir omuz sattım sonra. Tutmadı fazla, hatta kendi gözyaşlarımla ıslattılar omuzlarımı. Param bitti, aç kaldım, dilendim bir ara kimse yüzüme bakmadı. Yüzümü sattım bende, idare ettim bir müddet bununla. Gene aç kaldım, tek gözümü sattım iyi para etti. Kendimi sattım sonra duygusuz kevaşelere, fazla vermediler bedenime, zaten içten bir kere sarılanlardan da almadım para. Baktım olmayacak bir böbreğimi sattım, yeni bir tezgah aldım pazardan. En değerli şeyimi sattım bu kez: hayellerimi! Kısa sürede zengin oldum. Ün yaptım pazarda,yüzsüz tek gözlü “Gündüz Düşçüsü” dediler bana. Gene taklit edenler oldu ama baş edemediler benimle bu kez. Ticareti de öğrendim, ortaklık teklif ettim onlara, kabul edenler oldu. Akşamdan kalma rüyalarımı verdim franchiser tezgahlara,onlarda zengin oldu. Yolunuz düşerse uğrayın mutlaka, herkese yetecek hayal var bende.
Yaşlanıyorum artık, tek böbrek yetmiyor içimdeki ruhsal dolaşıma. Yıllardır bu pazardayım, her sabah dolaşırım tezgahları. Gelmedi hala aradığımı satacak…
06 Mayıs 2009
H.Ali Söyler
Bir pazar yeri buldum sonra; fahişeler, hırsızlar, arsızlar, şerefsizler,duygusuzlar ne ararsanız. Demek aradığım yer burasıymış dedim kendi kendime. Cebimdeki son parayla bir tezgah satın aldım. Gözyaşlarımı sattım önce ağlayamayanlara, iyi tuttu bu, rekabet artınca bıraktım ama,ucuzladı. Pazarın daha güzel bir yerinde ağlanacak bir omuz sattım sonra. Tutmadı fazla, hatta kendi gözyaşlarımla ıslattılar omuzlarımı. Param bitti, aç kaldım, dilendim bir ara kimse yüzüme bakmadı. Yüzümü sattım bende, idare ettim bir müddet bununla. Gene aç kaldım, tek gözümü sattım iyi para etti. Kendimi sattım sonra duygusuz kevaşelere, fazla vermediler bedenime, zaten içten bir kere sarılanlardan da almadım para. Baktım olmayacak bir böbreğimi sattım, yeni bir tezgah aldım pazardan. En değerli şeyimi sattım bu kez: hayellerimi! Kısa sürede zengin oldum. Ün yaptım pazarda,yüzsüz tek gözlü “Gündüz Düşçüsü” dediler bana. Gene taklit edenler oldu ama baş edemediler benimle bu kez. Ticareti de öğrendim, ortaklık teklif ettim onlara, kabul edenler oldu. Akşamdan kalma rüyalarımı verdim franchiser tezgahlara,onlarda zengin oldu. Yolunuz düşerse uğrayın mutlaka, herkese yetecek hayal var bende.
Yaşlanıyorum artık, tek böbrek yetmiyor içimdeki ruhsal dolaşıma. Yıllardır bu pazardayım, her sabah dolaşırım tezgahları. Gelmedi hala aradığımı satacak…
06 Mayıs 2009
H.Ali Söyler
26 Nisan 2009 Pazar
Yaftalamak
Karma felsefesine göre, insan kendi doğumunu kendi seçermiş, yani kim olarak doğacağını nerde doğacağını, hangi millete ait olacağını. Ayrıca bunu bir sebeb-sonuç ilişkisiyle sunar bize, yani geçmişinde kötü olan bir insan, şu anki hayatında bunun bedelini öder, sakat doğar, fakir yaşar, acı çeker, başarısız silik biri olur gibi. Yine önceki hayatında iyi olan biri şimdiki hayatında sağlıklı, zengin,ferah ve saygınlık içinde yaşarmış(!) …
Yazacaklarıma karma felsefesiyle girmemin nedeni, hayatımın her anında karşıma çıkan ve hala devam eden YAFTALAMA gerçeğini sizinle paylaşmak. Bence dünyanın en büyük sorunu bu. İnsanları yaftalıyoruz. Sen, ben, o hepimiz yapıyoruz bunu. Ben artık yapmıyorum bunu, birinci gözden yaşamış biri olarak yapmıyorum (elimden geldiğince tabi :)).
Daha önceki yazılarımda da bundan dem vurmuştum, neden mutlu ola mıyoruz? Neden birbirimizi yaftalayıp duruyoruz? Hayır, karma felsesi saçma sapan bir şey arkadaşlar, öyle bir şey de yok. İnsan kendi yaşamını kendi seçmiyor. Annesini, babasını, milletini seçmiyor. Ama önünde uzanan hayatı şekillendirmesi kendi elinde, kimi doğru yolu buluyor evet, kimiyse isteyerek yada istemeyerek batıyor hayat denilen batağa.
Dün Beyoğlu’nda gezerken, yüzünde tüm doğallığını maskelemiş ağır bir makyaj olan, üstünde son moda elbiseleriyle, genç ve güzel bir bayan gördüm. Tam o sırada karşıdan bize doğru bir çocuk geliyordu,elleri ceplerindeydi, kafasını bile kaldırmadan yürüyordu, utanıyorlardı belki de halinden, üstü başı kötüydü, zevksizdi, iğreti duruyordu evet. Kızı görünce gülümsedi, farkettim bende. Çocuk geçtikten sonra kız yanında ki arkadaşına dönerek “Iyyy kıro” dedi ve gülüştüler. Kötü hissettim kendimi, o çocukta kendimi gördüm o an, çocukken bende kötü giyinirdim, bana da mı kızlar bu gözle bakıyordu benide mi tanımadan yaftalıyorlardı böyle. Sonra sinirlerim bozuldu, yanlarından geçerken tip tip yüzlerine baktım. “Kendini askı yerine koyup, sipastik gibi taşığıdın o kolundaki deri çantaya verdiğin parayla, iki ay geçiniyorlar o ve ailesi haberin var mı lan, senin bir günde harcadığın parayı onlar bir yılda harcamıyorlar be, Allah’ın düşünme özürlü tikileri, ancak tüketmeyi bilirsiniz zaten, dünyayı da tükettiniz, sevgiyi de, herşeyi de!” diye haykırmak istedim, yapamadım :) (bakın bende yaftalıyorum bazen). Neyse olayı dramatikleştirmeyeceğim daha fazla, ilk sorunumuz karşıda ki insanı dış görünüşüyle yaftalamak. Bu en çok karşılaşılan yaftalama çeşidi. O kızın şunu düşünebilmesi lazımdı, “Herkes benim kadar zengin değil tabi, her ay binlerce lirayı gözü kapalı veremiyor; elbiselere, solaryuma, makyaj malzemesine, benim kadar düşüncesiz bir tüketici olamıyor,yazık ona” diyebilmeliydi. Belki gülümsemesine karşılık vermeyebilirdi yine, ama en azından arkasından, onun elinde olmayan nedenlerden dolayı “kro” diye yaftalamamalıydı. Bunun örnekleri çok fazla, siyah giyen birini “satanist” diye yaftalamak, kısa bir şey giyen birini “kaşar,orospu” diye yaftalamak vb çok fazla örnek verilebilir buna.
Şimdi asıl diyeceklerimde sıra, düşünememekten kaynaklanan yaftalama! Ki, bu çok daha vahim ve dünyada süregelen kaosun en büyük sebebi, ve düşünen amcalar bunu çok güzel kullanıyorlar. Türkiye’den örnekler vereyim size, ben yaşlılarla sohbet etmeyi çok severim,birinci ağızdan duyduğum hikayelerden yaptığım çıkarımımı paylaşayım sizinle. Bildiğiniz gibi bizim yetmiş-seksenlerde karanlık bir siyasi tarihimiz var. Sağ-Sol kavgaları, iki tarafıda tarafsız olarak dinledim, iki tarafında yazdığı dönemi anlatan kitaplarını okudum. Yaptığım çıkarımı söylüyorum; o dönemki gençlerin hepsi gerizekalıymış :). Temele inerek anlatayım isterseniz; sağcılarda,solcularda aynı şeyi istiyorlar ikisi de emperyalizme karşı, temelde ikiside ülkenin tam bağımsızlığını,kendi ayakları üstünde durmasını istiyor. Ama ne yapmışlar peki bu amcamlar? Birbirlerini yaftalayıp, kıymışlar sadece birbirlerine, sağcılar hah bu solcu! Dövelim! Kominist vatan hayini şerefsiz bunlar. Solcular ne yapmış; hah sağcı bunlar, düşünmekten aciz, faşist köperler diyip sağcılara dalmışlar. Ne olmuş peki, ölen masumlar iki taraftanda, ülkeye hizmet etmesi gereken parlak zekalar hapisanelerde çürümüş. Hiç kimse karşıdakinin yerine kendisini koymamış, onlar ne istiyor biz ne istiyoruz dememişler, oturup konuşmamışlar bile. Beraber el ele çalışmış olsalardı şimdi bu kadar geri kalmazdık. Ben bu çıkarımı onlarla paylaştığımda bana verdikleri cevap ise; “O zaman öyle bir seçeneğimiz yoktu, ya sağcı olacaktın ya solcu”.. Kusura bakmayın siz bana böyle cevap verirseniz bende sizi gerizekalı diye yaftalarım arkadaş!... Ve bu amcalar hala ülkeyi yönetiyor. Galiba biraz daha beklememiz gerekecek bir şeylerin düzelmesi için…
Konuya dönersek tekrar, düşünememekten kaynaklanan yaftalama! Evet en büyük sorun bu, kimisi bizim suçumuz, çünkü eğitim sistemimiz bozuk. Bizi düşünmeye itmek yerine ezberciliğe alıştırıyor. Düşünmüyoruz. Kimiside dış etkenlerden kaynaklanan düşündürülmeme. Nasıl diyeceksiniz? Mesela tarikatların yaptığı şey beyin yıkama; cahil bir insanı kandırmak kolaydır. Cahil bir insanın beynini dini safsatalarla yıkayarak insalara karşı çok güzel düşman edebilirsiniz. Mesela bu şekilde yıkanmış bir beyne, bak bu ataist dinsiz Allah’a küfür ediyor derseniz gidip onu öldürebilir bile. Aynı şekilde bir aile çocuğunu, dindarlar şöyledir çarşaflılar böyledir diye eğitirse yani ezberlettirirse, ne kadar aydında olsa çıkıp tüm kapananlar örümcek kafalıdır diye yaftalabilir. Yani sorun bu arkadaşlar; düşünmüyoruz, kendimizi onların yerine koymuyoruz, kafamızda yaftalamışız onları, o şekilde etiketlemişiz ki, onlar o kabın dışına çıkamazlar. Yanlış olan bu işte. Peki onları değiştirmek? Ki düşünmeden kabul ettiğimiz kendi gerçeklerimizi, onlara kabul ettirmek için ne yapıyoruz? Hiçbir şey! Sadece etiketliyoruz! Sadece yaftalıyoruz!
Bu konuda sabaha kadar yazabilirim sanırım o kadar çok örnek var ki. Hepsinin temel sorunu bu. Düşünememek, mesela spor, fanatiklik, saygısızlığa dönüşen sevgi! Öyle etiketlemeler gördüm ki ağzım açık kaldı işin kötü yanıda buna cidden inanıyorlar. Örneğin; Şu takımlılar ibnedir, tüm şu takımlılar eziktir(yazamayacağım çok ağır şeylerde var). Maça gidiyorsun şunu yapmayan şöyle olsun. Tezahuratların tamamı küfür dolu, hemde maçla hiç ilgisi olmayan, anne ve eşlerde giriyor o küfürlere. Bu mudur şimdi spor? Bu mudur taraftarlık. Bir kindir almış gidiyor, nasıl bir etiketlemeyse, karşı takımın renklerine bile uyuz oluyorlar. Be hey öküz hiç mi düşünmedin, sen kendi takımını seviyorsun eyvallah çok güzel bir şey, spor güzel bir şey zaten. Tamam izle, aynı şartlarda verilen mücadeleyi, kaybettiysen rakibini tebrik et, kazandıysan karşıyı kırmadan sevin.. Ne diye terbiyesizleşiyorsun.. Ne diye senin gibi kendi takımını seven o taraftara küfür ediyorsun!
Son olarak ırkçılığa değineceğim, beni en çok üzen yaftalama. Yazının başına dönersek insanlar kendileri seçmiyorlar milletlerini demiştim. Siz kim oluyorsunuzda insanları renginden, milletinden, dilinden dolayı yaftalayabiliyorsunuz? Sen şimdi bu millettensin eyvallah insanın kendi milletini sevmesi kadar doğal bir şey yok, ama o hor gördüğün milletten bir çocuk olarak da doğabilirdin. Bu yüzden düşün önce bir kere, sana bir kastı yoksa niye yaftalayıp kin besliyorsun be hayvanoğlu! Türk, Kürt, Ermeni, Çerkez, Laz 70 milletten insar yaşar bu topraklarda sen kimsinki ırkçılık yapıyorsun, Sünni,hanefi,alevi,müslümanı,hrıstiyanı,musevisi,atatisti yaşar sen kimsinki meshepçilik yapıyorsun. Düşün bir sende onlardan biri olarak doğabilirdin, kendini onların yerine koy bir kere. Düşün sadece düşün bırak artık yaftalamayı.
Özetliyecek olursak, bazı zeki ve düşünen amcaların, bu cahilliğimizi, bu ezberciliğimizi kullandıklarını, bu yaraları kaşıyarak bizi birbirimize düşürdüğünü söylemiştim. Son sözüm kendinizi kullandırtmayın! YAFTALAMAYIN, ETİKETLEMEYİN!!!
H.Ali Söyler
26 Nisan 2009
Yazacaklarıma karma felsefesiyle girmemin nedeni, hayatımın her anında karşıma çıkan ve hala devam eden YAFTALAMA gerçeğini sizinle paylaşmak. Bence dünyanın en büyük sorunu bu. İnsanları yaftalıyoruz. Sen, ben, o hepimiz yapıyoruz bunu. Ben artık yapmıyorum bunu, birinci gözden yaşamış biri olarak yapmıyorum (elimden geldiğince tabi :)).
Daha önceki yazılarımda da bundan dem vurmuştum, neden mutlu ola mıyoruz? Neden birbirimizi yaftalayıp duruyoruz? Hayır, karma felsesi saçma sapan bir şey arkadaşlar, öyle bir şey de yok. İnsan kendi yaşamını kendi seçmiyor. Annesini, babasını, milletini seçmiyor. Ama önünde uzanan hayatı şekillendirmesi kendi elinde, kimi doğru yolu buluyor evet, kimiyse isteyerek yada istemeyerek batıyor hayat denilen batağa.
Dün Beyoğlu’nda gezerken, yüzünde tüm doğallığını maskelemiş ağır bir makyaj olan, üstünde son moda elbiseleriyle, genç ve güzel bir bayan gördüm. Tam o sırada karşıdan bize doğru bir çocuk geliyordu,elleri ceplerindeydi, kafasını bile kaldırmadan yürüyordu, utanıyorlardı belki de halinden, üstü başı kötüydü, zevksizdi, iğreti duruyordu evet. Kızı görünce gülümsedi, farkettim bende. Çocuk geçtikten sonra kız yanında ki arkadaşına dönerek “Iyyy kıro” dedi ve gülüştüler. Kötü hissettim kendimi, o çocukta kendimi gördüm o an, çocukken bende kötü giyinirdim, bana da mı kızlar bu gözle bakıyordu benide mi tanımadan yaftalıyorlardı böyle. Sonra sinirlerim bozuldu, yanlarından geçerken tip tip yüzlerine baktım. “Kendini askı yerine koyup, sipastik gibi taşığıdın o kolundaki deri çantaya verdiğin parayla, iki ay geçiniyorlar o ve ailesi haberin var mı lan, senin bir günde harcadığın parayı onlar bir yılda harcamıyorlar be, Allah’ın düşünme özürlü tikileri, ancak tüketmeyi bilirsiniz zaten, dünyayı da tükettiniz, sevgiyi de, herşeyi de!” diye haykırmak istedim, yapamadım :) (bakın bende yaftalıyorum bazen). Neyse olayı dramatikleştirmeyeceğim daha fazla, ilk sorunumuz karşıda ki insanı dış görünüşüyle yaftalamak. Bu en çok karşılaşılan yaftalama çeşidi. O kızın şunu düşünebilmesi lazımdı, “Herkes benim kadar zengin değil tabi, her ay binlerce lirayı gözü kapalı veremiyor; elbiselere, solaryuma, makyaj malzemesine, benim kadar düşüncesiz bir tüketici olamıyor,yazık ona” diyebilmeliydi. Belki gülümsemesine karşılık vermeyebilirdi yine, ama en azından arkasından, onun elinde olmayan nedenlerden dolayı “kro” diye yaftalamamalıydı. Bunun örnekleri çok fazla, siyah giyen birini “satanist” diye yaftalamak, kısa bir şey giyen birini “kaşar,orospu” diye yaftalamak vb çok fazla örnek verilebilir buna.
Şimdi asıl diyeceklerimde sıra, düşünememekten kaynaklanan yaftalama! Ki, bu çok daha vahim ve dünyada süregelen kaosun en büyük sebebi, ve düşünen amcalar bunu çok güzel kullanıyorlar. Türkiye’den örnekler vereyim size, ben yaşlılarla sohbet etmeyi çok severim,birinci ağızdan duyduğum hikayelerden yaptığım çıkarımımı paylaşayım sizinle. Bildiğiniz gibi bizim yetmiş-seksenlerde karanlık bir siyasi tarihimiz var. Sağ-Sol kavgaları, iki tarafıda tarafsız olarak dinledim, iki tarafında yazdığı dönemi anlatan kitaplarını okudum. Yaptığım çıkarımı söylüyorum; o dönemki gençlerin hepsi gerizekalıymış :). Temele inerek anlatayım isterseniz; sağcılarda,solcularda aynı şeyi istiyorlar ikisi de emperyalizme karşı, temelde ikiside ülkenin tam bağımsızlığını,kendi ayakları üstünde durmasını istiyor. Ama ne yapmışlar peki bu amcamlar? Birbirlerini yaftalayıp, kıymışlar sadece birbirlerine, sağcılar hah bu solcu! Dövelim! Kominist vatan hayini şerefsiz bunlar. Solcular ne yapmış; hah sağcı bunlar, düşünmekten aciz, faşist köperler diyip sağcılara dalmışlar. Ne olmuş peki, ölen masumlar iki taraftanda, ülkeye hizmet etmesi gereken parlak zekalar hapisanelerde çürümüş. Hiç kimse karşıdakinin yerine kendisini koymamış, onlar ne istiyor biz ne istiyoruz dememişler, oturup konuşmamışlar bile. Beraber el ele çalışmış olsalardı şimdi bu kadar geri kalmazdık. Ben bu çıkarımı onlarla paylaştığımda bana verdikleri cevap ise; “O zaman öyle bir seçeneğimiz yoktu, ya sağcı olacaktın ya solcu”.. Kusura bakmayın siz bana böyle cevap verirseniz bende sizi gerizekalı diye yaftalarım arkadaş!... Ve bu amcalar hala ülkeyi yönetiyor. Galiba biraz daha beklememiz gerekecek bir şeylerin düzelmesi için…
Konuya dönersek tekrar, düşünememekten kaynaklanan yaftalama! Evet en büyük sorun bu, kimisi bizim suçumuz, çünkü eğitim sistemimiz bozuk. Bizi düşünmeye itmek yerine ezberciliğe alıştırıyor. Düşünmüyoruz. Kimiside dış etkenlerden kaynaklanan düşündürülmeme. Nasıl diyeceksiniz? Mesela tarikatların yaptığı şey beyin yıkama; cahil bir insanı kandırmak kolaydır. Cahil bir insanın beynini dini safsatalarla yıkayarak insalara karşı çok güzel düşman edebilirsiniz. Mesela bu şekilde yıkanmış bir beyne, bak bu ataist dinsiz Allah’a küfür ediyor derseniz gidip onu öldürebilir bile. Aynı şekilde bir aile çocuğunu, dindarlar şöyledir çarşaflılar böyledir diye eğitirse yani ezberlettirirse, ne kadar aydında olsa çıkıp tüm kapananlar örümcek kafalıdır diye yaftalabilir. Yani sorun bu arkadaşlar; düşünmüyoruz, kendimizi onların yerine koymuyoruz, kafamızda yaftalamışız onları, o şekilde etiketlemişiz ki, onlar o kabın dışına çıkamazlar. Yanlış olan bu işte. Peki onları değiştirmek? Ki düşünmeden kabul ettiğimiz kendi gerçeklerimizi, onlara kabul ettirmek için ne yapıyoruz? Hiçbir şey! Sadece etiketliyoruz! Sadece yaftalıyoruz!
Bu konuda sabaha kadar yazabilirim sanırım o kadar çok örnek var ki. Hepsinin temel sorunu bu. Düşünememek, mesela spor, fanatiklik, saygısızlığa dönüşen sevgi! Öyle etiketlemeler gördüm ki ağzım açık kaldı işin kötü yanıda buna cidden inanıyorlar. Örneğin; Şu takımlılar ibnedir, tüm şu takımlılar eziktir(yazamayacağım çok ağır şeylerde var). Maça gidiyorsun şunu yapmayan şöyle olsun. Tezahuratların tamamı küfür dolu, hemde maçla hiç ilgisi olmayan, anne ve eşlerde giriyor o küfürlere. Bu mudur şimdi spor? Bu mudur taraftarlık. Bir kindir almış gidiyor, nasıl bir etiketlemeyse, karşı takımın renklerine bile uyuz oluyorlar. Be hey öküz hiç mi düşünmedin, sen kendi takımını seviyorsun eyvallah çok güzel bir şey, spor güzel bir şey zaten. Tamam izle, aynı şartlarda verilen mücadeleyi, kaybettiysen rakibini tebrik et, kazandıysan karşıyı kırmadan sevin.. Ne diye terbiyesizleşiyorsun.. Ne diye senin gibi kendi takımını seven o taraftara küfür ediyorsun!
Son olarak ırkçılığa değineceğim, beni en çok üzen yaftalama. Yazının başına dönersek insanlar kendileri seçmiyorlar milletlerini demiştim. Siz kim oluyorsunuzda insanları renginden, milletinden, dilinden dolayı yaftalayabiliyorsunuz? Sen şimdi bu millettensin eyvallah insanın kendi milletini sevmesi kadar doğal bir şey yok, ama o hor gördüğün milletten bir çocuk olarak da doğabilirdin. Bu yüzden düşün önce bir kere, sana bir kastı yoksa niye yaftalayıp kin besliyorsun be hayvanoğlu! Türk, Kürt, Ermeni, Çerkez, Laz 70 milletten insar yaşar bu topraklarda sen kimsinki ırkçılık yapıyorsun, Sünni,hanefi,alevi,müslümanı,hrıstiyanı,musevisi,atatisti yaşar sen kimsinki meshepçilik yapıyorsun. Düşün bir sende onlardan biri olarak doğabilirdin, kendini onların yerine koy bir kere. Düşün sadece düşün bırak artık yaftalamayı.
Özetliyecek olursak, bazı zeki ve düşünen amcaların, bu cahilliğimizi, bu ezberciliğimizi kullandıklarını, bu yaraları kaşıyarak bizi birbirimize düşürdüğünü söylemiştim. Son sözüm kendinizi kullandırtmayın! YAFTALAMAYIN, ETİKETLEMEYİN!!!
H.Ali Söyler
26 Nisan 2009
Sessiz Çığlıklar
“Abi paran var mı?” dedi, dilenciye benzemiyordu pek, zaten dilencilere para vermem ben, çok aşağılık gelir hep bana.. Birinden durup dururken para istemek! Hele sağlam insanlar isteyince sinir olurum iyice.. Eli ayağı tutan bir teyze veya genç isterse asabileşirim bile, bir keresinde bir teyzeye neden dileniyorsun diye çıkışmıştım, sağlamsın git çalış yada ne bilim göbek at mesela göbek atsan para verirdim sana hatta istemeden verirdim demiştim.. Ben bunları düşünürken “Çok zor bir şey mi sordum abi” dedi. Yüzüne baktım, en fazla 15-16 yaşlarındaydı ama çok daha yaşlı gösteriyordu, yediği tokatlar bir İran halısının sık ilmekleri gibi dokunmuştu yüzüne. Arkasında sakladığı tiner dökülmüş bezi gördüm sonra. “Parayı napacaksın?” diye sordum? Direk gözlerimin içine bakarak “Şarap alacam abi” dedi. Doğru söylüyordu, inandım ona.
Son günlerde zihnim çok bulanık, kafamın içinde hiç susmayan çan sesleri var sanki, bir sancı belki bilmiyorum. Ansızın bir baş ağrısı saplanıyor, Nietzche’nin dediği gibi hayallerimin doğum sancılarıdır umarım. Rahatlamak için yürüyüşü keşfettim bugünlerde. İstiklale çıkıp karışıyorum kalabalığın içine, çizgilere basmadan yürümeye çalıştım önce ama çok zor oluyor o kalabalıkta,şimdilerde tramvay raylarına ayağımı sürüyorum, nispeten daha kolay. O günde Can Yücel’in Kayıp Çocuk şiirini mırıldanıyordum yürürken;
Birden işitilmez olsun ayak seslerim;
Gölgem bir başka sokağa sapıversin;
Unutayım bir anda her şeyi,
Nerde oturduğumu,
Bir tuhaf adem olduğumu Can adında.
Aklım arayadursun başka kapılarda kısmetimi,
Ben, bilmediğim sokaklarda bir başıma;
Gönlüm öylesine geniş, öyle ferah,
İlk defa görmüş gibi dünyayı,
Bir şaşkınlık içinde, yeniden doğmuş gibi;
Hatırlamam artık değil mi, dostlar,
Hatırlamam artık garipliğimi?
Hakikaten de gölgem olmasa da ben sapıvermişim bir ara sokağa, ta ki o karşıma çıkıp “Abi paran var mı?” diyene kadar bunu yaptığımın farkında bile değildim bende. Melankolik şarkıların dolu olduğu mp3 çalarımı kapatıp, elimi omzuna koydum. “Eğer beraber içersek sana şarap alırım” dedim. Gülümsedi, gülümseyince bir hüzün kovan kuşu geçti aramızdan, gülümseyince, acılarla da dolu olsa, bir yüzün ne kadar güzel olabileceğini gördüm bir kez daha.. Köşedeki tekelden bir köpek öldüren aldım önce, sonra “En pahalısından ver” dedim adama. Galatasaray hamamının ordan Cezayir sokağına inerken kullanılan merdivenlere oturduk. Sami’ymiş adı. Hayatını anlattı bana, dinlerken utandım, yüzüm kızardı hatta, şaraptan herhalde dedim sorunca.
Çok şeyim yok belki benim de, ama yetiyorum kendi kendime, sahip olamadığım şeyler için isyan da ettim evet ama o gün pişman oldum herşeye. En azından bir evim vardı benim sorunlarımda olsa bir ailem. Anamı babamı tanımıştım ben en azından, çocuk esirgeme kurumunda bıyıklı amcalar tecavüz etmemişti bana, amcam diye bildiğim adam beni
dilenmeye zorlamamıştı hiç, bir kış günü yengem kovmamıştı beni,soğuk sokağa bir başıma. Ben böyle kendimle yüzleşirken daha önce hiç duymadığım bir Müslüm şarkısı patlattı yanık sesiyle “Hep ağladım biraz gülmek istedim,ne yaptımsa duyulmadı ki sesim,hergün feryat ettim ölmek istedim,cağırsamda gelmedi ki ecelim” gibi birşeylerdi herhalde.. “Sesin çok güzelmiş” diye kekeleyebildim ancak ilk defa anlamlı gelmişti arabesk bana oysa.
O ise hiçbir şey sormadı bana, adımı bile sormadı. Veda edip ayrılırken arkamdan “Eyvallah abi” dedi. Gözümden süzülen yaşlarla tekrar sürüdüm ayaklarımı tramvay raylarında. Bu kez yıllar önce yazdığım kendi şiirimden bir mısrayı mırıldanıyordum ve ilk defa yazdığım bir şeyi severek;
8 Nisan 2009
Bahsi Geçen Şiirin Tamamı: http://hacialisoyler.blogspot.com/yldz.html
Son günlerde zihnim çok bulanık, kafamın içinde hiç susmayan çan sesleri var sanki, bir sancı belki bilmiyorum. Ansızın bir baş ağrısı saplanıyor, Nietzche’nin dediği gibi hayallerimin doğum sancılarıdır umarım. Rahatlamak için yürüyüşü keşfettim bugünlerde. İstiklale çıkıp karışıyorum kalabalığın içine, çizgilere basmadan yürümeye çalıştım önce ama çok zor oluyor o kalabalıkta,şimdilerde tramvay raylarına ayağımı sürüyorum, nispeten daha kolay. O günde Can Yücel’in Kayıp Çocuk şiirini mırıldanıyordum yürürken;
Birden işitilmez olsun ayak seslerim;
Gölgem bir başka sokağa sapıversin;
Unutayım bir anda her şeyi,
Nerde oturduğumu,
Bir tuhaf adem olduğumu Can adında.
Aklım arayadursun başka kapılarda kısmetimi,
Ben, bilmediğim sokaklarda bir başıma;
Gönlüm öylesine geniş, öyle ferah,
İlk defa görmüş gibi dünyayı,
Bir şaşkınlık içinde, yeniden doğmuş gibi;
Hatırlamam artık değil mi, dostlar,
Hatırlamam artık garipliğimi?
Hakikaten de gölgem olmasa da ben sapıvermişim bir ara sokağa, ta ki o karşıma çıkıp “Abi paran var mı?” diyene kadar bunu yaptığımın farkında bile değildim bende. Melankolik şarkıların dolu olduğu mp3 çalarımı kapatıp, elimi omzuna koydum. “Eğer beraber içersek sana şarap alırım” dedim. Gülümsedi, gülümseyince bir hüzün kovan kuşu geçti aramızdan, gülümseyince, acılarla da dolu olsa, bir yüzün ne kadar güzel olabileceğini gördüm bir kez daha.. Köşedeki tekelden bir köpek öldüren aldım önce, sonra “En pahalısından ver” dedim adama. Galatasaray hamamının ordan Cezayir sokağına inerken kullanılan merdivenlere oturduk. Sami’ymiş adı. Hayatını anlattı bana, dinlerken utandım, yüzüm kızardı hatta, şaraptan herhalde dedim sorunca.
Çok şeyim yok belki benim de, ama yetiyorum kendi kendime, sahip olamadığım şeyler için isyan da ettim evet ama o gün pişman oldum herşeye. En azından bir evim vardı benim sorunlarımda olsa bir ailem. Anamı babamı tanımıştım ben en azından, çocuk esirgeme kurumunda bıyıklı amcalar tecavüz etmemişti bana, amcam diye bildiğim adam beni
dilenmeye zorlamamıştı hiç, bir kış günü yengem kovmamıştı beni,soğuk sokağa bir başıma. Ben böyle kendimle yüzleşirken daha önce hiç duymadığım bir Müslüm şarkısı patlattı yanık sesiyle “Hep ağladım biraz gülmek istedim,ne yaptımsa duyulmadı ki sesim,hergün feryat ettim ölmek istedim,cağırsamda gelmedi ki ecelim” gibi birşeylerdi herhalde.. “Sesin çok güzelmiş” diye kekeleyebildim ancak ilk defa anlamlı gelmişti arabesk bana oysa.
O ise hiçbir şey sormadı bana, adımı bile sormadı. Veda edip ayrılırken arkamdan “Eyvallah abi” dedi. Gözümden süzülen yaşlarla tekrar sürüdüm ayaklarımı tramvay raylarında. Bu kez yıllar önce yazdığım kendi şiirimden bir mısrayı mırıldanıyordum ve ilk defa yazdığım bir şeyi severek;
Beyoğlu’nda bir tinerciH.Ali Söyler
Uzanırken gözleri gökyüzünde
Bir yıldız gördü kayan
Çok şey vardı isteyecek,
Seçemedi!
8 Nisan 2009
Bahsi Geçen Şiirin Tamamı: http://hacialisoyler.blogspot.com/yldz.html
24 Mart 2009 Salı
Muhsin Amca
Kesif bir toz bulutu sardı, korkarak attığı titrek adımlarının ardından küçücük odayı. Kekremsi bir leş kokusu doldu çiğerlerine aniden,midesi bulandı.. Anılar acımasızca abandı üstüne, gözleri doldu hemen.. Nasıl büyük bir aşktı burada ölen, ne kadar kuvvetli gelgitler yıkamıştı, yıpratmıştı o küçük yüreği kim bilir.. Ah ne çok sevmişti Muhsin amcayı ve ne kadar acıydı zamansız gidişler..
Bir akşam üstü, Kabataş iskelesinde boğazı seyrederken oturmuştu yanına. Sinirini bozmuştu yalnızlığının bozulması. Kalkıp yandaki banka gidecekti ki tam, kadife sesiyle Nazım’ın çok sevdiği bir şiirini okumaya başladı. Nur yüzlü, bembeyaz sakalları içinde parıldayan mavi gözleriyle. “Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da…” Ayaklarının bağı çözüldü, tekrar yığıldı banka,boğazına kocaman bir yumru takıldı kaldı,konuşamadı. Tam onikiden vurmuştu Muhsin amca. Böyle tanışmışlardı...
İsmini çok sevmişti Sırdaş’ın. “Koca bir ömür beklemeliymiş insan, gerçek bir sırdaş bulmak için” diye takılır olmuştu ona. Üç ay boyunca ne zaman gitse oradaydı Muhsin amca, her akşam gider olmuştu o banka. Boğazın derinliklerine daldılar beraber, İstanbul’u dinlediler gözleri kapalı, hayali tablolar çizdiler rengarenk, altları çizilmiş kitaplar,şiirler okudular.. İyileşiyordu Sırdaş,gittiği hiçbir psikolog içtiği hiçbir ilaç işe yaramazken…
Bir akşam yok oldu Muhsin amca, haftalar, aylar geçti, pes etmedi Sırdaş. Her akşam gitti o banka.. Bir kasım akşamı yaşlı bir kadın oturuyordu yerinde. Yaklaştığında anladı hemen Münevver Hanım olduğunu. Elinde bir anahtar martıları izliyordu öylece. “Bende seni bekliyordum” dedi Sırdaş’a. Ayağa kalktı ve anahtarı verdi, “Senin yaşlı aptal öldü” dedi bir solukta. Caddenin karşısında arka sokakta bir evi tarif edip gitti acımasızca.
Odanın her yanına anılar istiflenmişti sanki, daraldıkça daraldı küçücük oda. Mide bulantısı arttı, camı açtı nefes almak için ve bir şok daha yaşadı. Odanın tek camından görünen evde Münevver hanım torunlarıyla oynuyordu. Anılar ete kemiğe büründü bir anda, anlam kazandı o sahipsiz şiirler. İçi burkuldu Sırdaş’ın. Aşk hakkında onca şey dinlediği, hayatı öğrendiği Muhsin amca dokunamamıştı bile Münevveri’ne, hissedememişti kalp atışını,öpememiş koklayamamışmıydı onu.
Münevver Hanım’a son kez bakarken hüzünle mırıldandı Sırdaş,
“Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden? ”
24.03.2009
H.Ali Söyler
Bir akşam üstü, Kabataş iskelesinde boğazı seyrederken oturmuştu yanına. Sinirini bozmuştu yalnızlığının bozulması. Kalkıp yandaki banka gidecekti ki tam, kadife sesiyle Nazım’ın çok sevdiği bir şiirini okumaya başladı. Nur yüzlü, bembeyaz sakalları içinde parıldayan mavi gözleriyle. “Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da…” Ayaklarının bağı çözüldü, tekrar yığıldı banka,boğazına kocaman bir yumru takıldı kaldı,konuşamadı. Tam onikiden vurmuştu Muhsin amca. Böyle tanışmışlardı...
İsmini çok sevmişti Sırdaş’ın. “Koca bir ömür beklemeliymiş insan, gerçek bir sırdaş bulmak için” diye takılır olmuştu ona. Üç ay boyunca ne zaman gitse oradaydı Muhsin amca, her akşam gider olmuştu o banka. Boğazın derinliklerine daldılar beraber, İstanbul’u dinlediler gözleri kapalı, hayali tablolar çizdiler rengarenk, altları çizilmiş kitaplar,şiirler okudular.. İyileşiyordu Sırdaş,gittiği hiçbir psikolog içtiği hiçbir ilaç işe yaramazken…
Bir akşam yok oldu Muhsin amca, haftalar, aylar geçti, pes etmedi Sırdaş. Her akşam gitti o banka.. Bir kasım akşamı yaşlı bir kadın oturuyordu yerinde. Yaklaştığında anladı hemen Münevver Hanım olduğunu. Elinde bir anahtar martıları izliyordu öylece. “Bende seni bekliyordum” dedi Sırdaş’a. Ayağa kalktı ve anahtarı verdi, “Senin yaşlı aptal öldü” dedi bir solukta. Caddenin karşısında arka sokakta bir evi tarif edip gitti acımasızca.
Odanın her yanına anılar istiflenmişti sanki, daraldıkça daraldı küçücük oda. Mide bulantısı arttı, camı açtı nefes almak için ve bir şok daha yaşadı. Odanın tek camından görünen evde Münevver hanım torunlarıyla oynuyordu. Anılar ete kemiğe büründü bir anda, anlam kazandı o sahipsiz şiirler. İçi burkuldu Sırdaş’ın. Aşk hakkında onca şey dinlediği, hayatı öğrendiği Muhsin amca dokunamamıştı bile Münevveri’ne, hissedememişti kalp atışını,öpememiş koklayamamışmıydı onu.
Münevver Hanım’a son kez bakarken hüzünle mırıldandı Sırdaş,
“Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden? ”
24.03.2009
H.Ali Söyler
16 Şubat 2009 Pazartesi
Uçmak nasıl bir duygu bilir misin?
Kanadı kırık bir martı gördüm dün,beşiktaş rıhtımında boğazı izliyordu..Diğerleri denize batar çıkarken, neşeli neşeli vapurları kovalarken neler düşünüyordu kim bilir,merak ettim.. Usulca yanına sokuldum, beni farkedince refleks olarak kaçmaya çalıştı, bir kaç adım kaçtı da,sonra usulca bana döndü ve ıslak gözleriyle süzdü beni..Bir süre bekledikten sonra "seni de onlardan biri sandım" dedi.. "Onlar?" dedim, bana güvenmesinin verdiği memnuniyet yüzüme bir gülümseme olarak yayılırken. "Kötü insanlardan biri" dedi yüzünde nefretin çizgileri belirip kaybolurken..Ne olduğunu sormadım, belli ki çok incinmişti..Kabuk bağlamış bir yarayı kaşımak istemedim,zaten oldum olası kötü şeyleri konuşmayı sevmem..Ama o ne düşündüğümü farketmiş olacak ki anlatmaya başladı "Geçen gün bir kız geldi rıhtıma,telefonla konuşurken duydum onu ilk..birine nasihatlar veriyordu, dürüstlükten, sadakatten, sıkı sıkıya bağlı olduğu prensiplerinden dem vuruyordu..Biz martıların hisleri güçlüdür, kolay kolay yanılmayız,onun çok iyi bir insan olduğunu düşündüm ilkin.." duraksadı, o anı tekrar yaşadığını anladım, nerde hata yaptığını düşünüyordu herhalde,hikayenin devamını merak etsemde, bekledim.. "Çok güzel bir kızdı" diye devam etti, "Melekler kadar güzeldi hemde..." tekrar sustu, gözleri buğulandı.. Sonra devam etti, "Telefonu kapatınca,köşedeki simitçiden simit aldı.. Bize doğru yaklaştı, nasıl sevinmiştim anlatamam karnımda zil çalıyordu.. Bizimkilerden çoğu havalandı ve istasyonun çatısına kondular, buna şaşırmıştım doğrusu, bariz bir şekilde bizi beslemeye geliyordu ve biz martılar atılan küçük bir simit parçası için bile didişiriz ve bundan büyük zevk alırız" gülümsedi, boğazdan o sırada geçen Beşiktaş-Kadıköy vapurunun arkasında çığlıklar atan arkadaşlarına kaydı gözü, tekrar hüzünlendi, kafasını öbür tarafa çevirdi yavaşça, yüzünü ıslatan o sıcak katre içime aktı sanki.. "Uçmak nasıl bir duygu bilir misin?" dedi usulca, sonra toparlanarak sorusunun saçmalığını anlayarak gülümsedi hemen.. Ben bir şey diyemeden hikayeye döndü, "Kız bize yaklaştığında, bir kaç arkadaş vardık rıhtımda, yaklaştı ve gülümsedi, adate büyülenmiştim, masmavi gözleri vardı ve gülünce yüzünde beliren gamzeleri baş döndürücüydü! Simidinden küçük parçalar koparıp bize atmaya başladı,bi kaç tanesini yedikten sonra hayatımın bu en güzel anları daha uzun sürsün diye işi yavaştan almaya başladım,yanımdaki bir kaç martıda gitmişti, şaşırmış ama sevinmiştim.. Allahım ne güzel gülüyordu.. Hatta bana yakın olmak için simitleri kendine yakın atmaya başladığını düşünüyordum.. Normalde insanlara çok yaklaşmayız ama eğer isterse, ona kendimi bile yakalattırabilirdim! İlk defa insan olmadığıma üzüldüm biliyormusun?" .. Söyleyecek bir şey bulamadığım için gülümsedim sadece.. Kırık kanadına sonra boğaza baktı ve nefret çizgilerinden bir dövme belirdi yüzünde.. "Kız o kadar güzel gülümsüyordu ki kör olmuştum adeta, git gide sokuldum ona.. Elindeki simit bitmek üzereydi,son parçayı elinde tutarken ona çok yakındım artık . Göz göze geldik, o son simit parçası havada süzülürken,onun mavi gözlerine bakarken, kanadımın altına çok sert bir tekme yedim, tekmenin ivmesiyle boğazın korunaklarına çaptım.. Bayılmadan önce kızın sevinç çığlığını, bizimkilerin ona saldırıp kafasına sıçmasıyla ettiği küfürleri ayrımsıyorum" gülümsedi...”Sonrasını malum ” .. Birden ciddileşti “Sen iyi birine benziyorsun” dedi “Senden bir şey istesem yaparmısın?” Memnuniyetle anlamında kafamı salladım, ama duyduğum şey karşısında boğazım düğümlendi. Saatlerce direndim, kanadı çok kötü durumdaydı, tekrar uçmasının bir mucize olduğunu, zaten bir kaç güne öleceğini söyleyip duruyordu sonunda da ikna etti beni..
Elimde yaralı martıyı tutarken, gözlerim doldu, benden istediği şeyi yapamıyordum,bunu nasıl kabul ettiğimi düşünürken verdiğim içsel savaşı farketmiş olacak ki “Uçmak nasıl bir duygu bilirmisin?” dedi, bu kez gülmedi ama “Bir kere tadını aldınmı bir daha dönüş yoktur, gerçek aşk gibidir, sen hiç a....” sözünü bitiremeden tüm gücümle boğaza doğru savurdum onu.. Süzüldü önce, tek kanadıyla yorulana kadar yükseldi, yükseldi, yüzünde hissettiği rüzgarı duyumsadım bende.. Sonra yerçekimine yenik düştü, hiç çırpınmadı, kendini boğazın derinliklerine doğru serbest bıraktı. Bakamadığım için arkamı döndüm, boğazı kucaklarken son bir sevinç çığlığı atışını duydum.. Ayağına bağlı taş onu boğazın derinliklerine gömerken mırıldandım “Hayır dostum, uçmak nasıl bir duygu bilmiyorum...”
16.02.2009
Haci Ali Söyler
Haci Ali Söyler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)