22 Ekim 2010 Cuma

So, You Think You Can Change?

Benden bir bok olmayacağını anladığımdan beri(1 saat oldu), mutluyum. Beklentilerim azaldı, saçma sapan hayaller kurmuyorum yani artık. Omuzlarıma abanan salakça baskıyı da kaldırmış oldum bunu idrak ederek, öyle bir rahatladım ki sormayın lan. Bundan sonra herhangi bir şeyde, ufacık bir başarısızlık karşısında dahi, "zaten benden adam olmaz ki mına koyim" diyip rahatlamayı planlıyorum. Sıkıntılı ruh halleri, üretme sancısı, çalışma kaygısı, karın ağrısı ve türevleri bundan sonra olmayacak yane. 50 kuruşunuz var mı lan? Pintilik etmeyin şarap alıcam.

12 Ekim 2010 Salı

Biz Büyüdük De Kirlendi Dünya

Kiraladığım bisikleti restoranların bisiklet parkına kilitleyip, Aya Yorgi’ye çıkan yokuşu aheste aheste tırmanırken kulağımda “Erkin Koray – Fesuphanallah” çalıyordu. Bahar taze kokusunu zorla ciğerlerime dolduruyor, istesem de istemesem de hormonlarımı kamçılıyordu. Yolun yarısında bulunan bankların birine çöküp bir sigara yaktım. Ciğerlerimi dumana boğmak, başladığım günden beri garip bir zevk veriyor bana. Hafta içi, fazla insan yok adalarda, burada yaşayanlar da bu deli Ortodoks’ların en izbe yerlere kondurdukları kiliselere çıkmıyorlar zaten. Ortodoksları anlıyorum, insan denilen canavardan uzaklaşmadan inzivaya çekilip kafa dinlemek ne mümkün. Sigarayı sonuna kadar içip, devam ediyorum tırmanmaya. Tepeye ulaştığımda bu kez sigaraya söverken buluyorum kendimi.

Bir bira alıp banklara oturuyorum.  Ne müthiş bir manzara, mutlu hissediyorum kendimi, çalan melankolik şarkıyı değiştiriyorum iki üç kez ama yok yeni çıkanlarda aynı bokun laciverti, şarkı zevkime de sövüp ”Kaçak- Ölünür de” de bırakıyorum. Tepede fazla insan olmasa da biri geliyor ve yanıma oturuyor, sinirimi bozuyor bu yaptığıyla. “Ne güzel şarkıymış o, hiç duymamıştım” diyor. “Ne diyor lan bu dingil” diyorum içimden kulaklığımın birini çıkarırken  “Anlamadım”, “Ne güzel şarkıymış o, hiç duymamıştım” diye tekrarlıyor. Şarkıyı kısık seste mp3 çalardan dinliyorum duymasına imkân yok, sesi çok mu açık diye kontrol ediyorum. “Pardon, haklısın tabi, unutuyorum bazen insan kılığında olduğumu” diyip gülümsüyor. Yüzümdeki salak ifadeyi görüp açıklıyor. “İnanması zor ve bunu ilk defa bir insanla paylaşıyorum ama ben bu dünyadan değilim” diyor ciddiyetle. İçimden “hay mına koyayım, kafa dinleyelim diye adalara kaçtık, deli midir şizofren midir, manyağın biri buldu bizi” diye geçiriyorum. “Korkma, ne deliyim ne de şizofrenim” diyor gülerek. İşte o an tırsıp ayağa fırlıyorum, ayağım takılıp sendeliyorum, biram dökülüyor. Gözlerim fal taşı gibi açılmış, adrenalin pompalanan vücudumda kalp atışlarımı duyabiliyorum. “Lütfen otur, zararsızım ben” diyor gülerek. “Dur sana yeni bir bira alıp geleyim ”.  O bira almaya giderken rampa aşağı koşsam kaçabilirim belki diye düşünüyorum.  O sırada “Pinhani – Ne güzel güldün” başlıyor, “Belki durup dururken yanına gelince, söylediklerimi anlamsız buldun” diyor sözler.  Gülüp oturuyorum banka tekrar, mp3 çaları kapatırken. Elinde biralarla geldiğinde, birazda olsa sakinleşiyorum. “Adın ne” diyorum daha da sakinleşmeye çalışarak,  “Sinyokuk, ama dünyada kafama göre takılıyorum.  Yazgı diyebilirsin. Senin adın ne?”, “Ali”, “Tamamı ne?”, “Haci Ali Söyler”, biraz bekledikten sonra “Hmm, kötü bir ailede büyümüşsün, hayalperestsin bu güzel ama tembel ve korkaksında, yazar olmak istiyorsun ama yazıların bok gibi, müzikle ilgileniyorsun ama konser kayıtlarına bakılırsa son derece kirli ve kötü çalıyorsun,  ayrıca müzik kulağı dediğiniz şey sende yok, fotoğ”, “Hey keser misin şunu, bunları bende biliyorum ama sen nerden”, “Dur dur heyecanlanma, sadece Google’dan arattım, bloğundakileri falan okudum o kadar”. Bunların ne kadar farkında olsam da, birden bire söylenmesi moralimi bozmuştu, “Peki yazar olabilecek miyim?” diye soruyorum. “Maalesef geleceği bilmiyoruz dostum, teorik olarak mümkün olsa da bizde de o teknoloji yok henüz. Ama umudunu yitirme, insanlar öğrenebiliyorlar, yani bence olabilirsin. Ha bu arada Sırdaş karakterini sevdim, isimde güzel kullanabilir miyim?”.  Kafamı olumlu manada sallayıp,  “Peki, bunları bana neden açıklıyorsun”  diye soruyorum. Son derece yakışıklı bir dış görünüş seçmiş kendine. Gülümseyerek “Evet gelelim o konuya, benim gibi bir düzine daha var dünyada, hepimizin ayrı görevleri var. Benimki sizin aşk dediğiniz duyguyu çözmek”, “En zoru da sana gelmiş lan” diyorum gülerek. “Evet, cidden öyle oldu”. “Eee çözebildin mi bari aşkı?”, “Kimyasını evet, melatonin, serotonin ve endorfin hormonları salgılanıyor ilk günlerde, kişi aşık olduğunu düşündüğü insanı görünce yani, bu hormonların salgısında düzensiz bir artış oluyor, yani mutluluk hissi duyumsuyor. Kişi ilk kez aşk deneyimi yaşıyorsa, adrenalin gibi diğer hormonların salgısını da tetikleyip heyecanlanma, terleme gibi yan etkiler de oluşturuyor, bu yan etkiler ileriki ilişkilerde azalıyor ama, beyniniz alışkanlıklarını kaydediyor bir nevi. Kişinin kimyasında ki bu hormonsal hareketliliğinde zamanla azaldığını gözlemledik, aşk bazlı bakarsan kişiden kişiye değişmekle beraber yaklaşıp 40 gün sonra normal seviyesinde seyrediyor bu hormonlarınız. Sonrasında kişilerin karakterlerine bağlı olarak ilişki devam ediyor ya da bir taraf artık mutluluk hissini almadığı için ayrılıyor. Yani Ali kimyası kolay ama diğer veriler stabil değil, çok karmaşık, insanlar çok garip yaratıklar, karakterleri, kimyaları çok farklı birbirlerinden. Bu söylediklerim hormonsal dengesi standart seviyedeki insanlar için yani“ Durdu. “Eee işte çözmüşsün, gerçi bu söylediklerini bizim bilim insanları da üç aşağı beş yukarı söylüyor zaten, aratsaydın çıkardı Google’dan” diyorum gülerek. “Evet ama insanlara güvenmiyoruz aynı sebeplerden, kendi deneylerimizi kendimiz yapıyoruz. Şimdi sana bunları anlatmamım sebebine gelirsek, ne kadar düşüncelerinizi dahi okuyabilsem de anlamadığım yerler var. Her insandan farklı tepkiler alıyorum, kimse benzer tepkileri vermiyor” Gülüyorum söylediklerine. “Bak dostum, olayın özünü çözmüşsün zaten. Aynen dediğin gibi bu dünyada ki 6 milyar küsur insan da birbirinden farklıdır. Standart insan diye bir şey yok yani. İnsanı ele alacaksan, onu çevresel faktörlerle, geçmişiyle, yaşadıklarıyla ele alman lazım, ebeveynlerinden gelen genleri de unutmadan tabi. Her duygu, her hormonsal salgı hepimizde var ama miktarları faklı, tam nedenini ben de bilmiyorum ama kimi cinsellikten daha fazla haz ederken, kimi bencillikten, kimi kötülükten, kimi acıdan haz eder hale geliyor. Kimileriyse korkudan, acizlikten din gibi avuntular seçiyor kendine, bu da yaşayışını davranışlarını değiştiriyor. Yani seçimleri, içinde bulunduğu çevre zevk aldığı hormonları ve bunların salgılarını etkiliyor. Karakterlerimiz çok küçük yaşta oluşmaya başlıyor bizim. Sosyal statümüz, ne bileyim doğduğumuz aile, maddi durumumuz, yediğimiz içtiğimiz, yaşadığımız iklim, maddi manevi birçok faktör yani. Fizyolojimiz de aynı şekilde, çirkin/güzel oluşumuz, ne bileyim boy, deri rengi, saçımızın düz – kıvırcık olmasını bile kişiliğimizi etkiliyor. Örneğin sen birçok ilişki yaşamış biriyle, hiç ilişki yaşamamış birine aynı şekilde yaklaşamazsın. Tepkiler farklı olacaktır tabii ki. Ne bileyim cinsellik hormonları tavan yapmış birine duygusal yaklaşamazsın, anlamaz ki. Ama senin için daha kolay bu, ne düşündüklerini bilebiliyorsun artık. İstediklerini ver yeter.  Aşkı gerçekten yaşamak istiyorsan bunu daha önce hiç yaşamamış olman lazım, ayrıca hiç âşık olmamış yani hiç algıları kirlenmemiş birisini bulman lazım”, “Çocuk olayım yani”, ”Evet, aynen öyle çocuk olman lazım. Biz öğrendikçe kirlenen, mutsuz olan yaratıklarız. Öğrendikçe çirkinleşiyor, öğrendikçe kötüleşiyoruz. Yaşadıkça bencilleşiyoruz biz. Çocuk ol öyle araştır aşkı. Hem çocuklar rol yapamazlar, ne istediklerini daha kolay anlarsın”, “Teşekkürler Ali, hemen deneyeceğim bunu, hadi kendine iyi bak”, ”Gidiyor musun?”gitmişti bile.

Biramı bitirip indim tepeden yavaş yavaş, bisikletle adanın etrafını turlarken dalgındım baya, o gün anladım ki ben de çok kirlenmişim, ben de büyümüşüm. Neden artık âşık olamadığımı, heyecanlanamadığımı anladım. Galiba ben de yalnızlıktan, melankoliden haz olanlardan olmuşum, bende acı çekince mutlu olanlardan olmuşum, bok olmuşum yani. Mp3 de “Pink Floyd – Comfortably Numb” çalarken, Gilmour “The child is grown,the dream is gone” derken, keşke ben de tekrar çocuk olabilsem diye geçiriyordum içimden... Neyse ki akşamüstü vapuruna yetiştim. Güneşin batışını ada vapurdan izlemek hep mutlu etmiştir beni.


12.10.2010
H.Ali Söyler