12 Haziran 2016 Pazar

"Ez ji te hez dikim"

Azad ve Arzu, metrobüs durağında buluşup, Beyoğlu’na gideceklerdi. Yeni başlayan her aşk hikâyesinde olduğu gibi hem delicesine heyecanlı hem hata yapmamak adına diken üstündeydiler.

Biraz bekleyiş, biraz itiş kakıştan sonra metrobüse binebildiler. Azad “götü sağlama almak lazım orta körüğe ilerleyelim” dedi gülümseyerek. Öğle vakti olmasına rağmen metrobüs yine kalabalıktı. Arzu, “belediyelerin amacı her koşulda iyi hizmet etmek olmalı, toplu taşımaya ticari gözle bakmalarını bir türlü anlamıyorum, yoğun olmayan saatlerde de otobüs sayısını azaltıyorlar, yine tıkış tıkış, yine tıkış tıkış” diye dert yandı. Azad gülümseyerek konuyu değiştirdi, “Güzel günler göreceğiz, güneşli günler, motorları maviliklere süreceğiz ve gideceğiz bu şehirden bir gün, merak etme” dedi.  Arzu, Azad’ın en çok bu yönünü seviyordu, ne olursa olsun pozitif kalabiliyordu Azad, bir sorun olduğu zaman küsmüyor, kaçmıyor, yılmıyor ve bir çözüm yolu muhakkak buluyordu. İçten bir gülümsemeyle karşılık verdi Arzu. Bir süre havadan sudan konuştular, etraftaki insanlarla göz göze geldiler. Metrobüs Cevizlibağ istasyonunda iyice doldu, bunu fırsat olarak gören Azad, Arzu’yu belinden kavrayarak kendine çekti biraz. Arzu’da fırsatı değerlendirip sarıldı Azad’a. Birçok insan için hoş bir görüntüydü kuşkusuz.

Azad ile Arzu’nun yanındaki ilk koltukta çarşaflı genç bir kadınla, sarıklı cübbeli biri oturuyordu. Elif geldiklerinden beri Azad’la Arzu’yu izliyordu göz ucuyla. Sarıldıklarını görünce, midesine bir yumru oturdu Elif’in. 14 yıldır evliydi yanında tesbih çekerken dışarıyı izleyen Ahmet’le. 14 yıldır hiç böyle sarılmamıştı Ahmet ona, bir an için büyük bir nefret duydu babasına Elif, istemediği halde kendisinden 9 yaş büyük biriyle evlendirdiği için. Sonra ramazan ayında olduklarını hatırlayıp tövbe etti. Kaderdi bu, ne yapabilirdi ki? En azından Ahmet ona iyi davranmasa da kötü de davranmıyordu. Ahmet de gördü sarılma eylemini, teshibatının arasına sesli bir “la havle” sıkıştırdı.

Ayakta sırtını körüğe vermiş, kitap okumaya çalışan Mukadder’de geldiklerinden beri çifti izliyordu. 29 yaşındaydı Mukadder, hiç erkek arkadaşı olmamıştı, birbirlerine bakarken gözlerinin içi gülen bu çifti görünce, kitaba olan konsantrasyonu kaybolmuş, o da okumayı bırakmış onları izliyordu. 160 boyunda 85 kiloydu Mukadder, hayatı boyunca kendini hiç güzel hissedememişti. Bu durum özgüvenini mahvetmiş, zamanla da insanlardan daha doğrusu erkeklerden nefret eder olmuştu. Ama karşısındaki kadına aşkla bakan bir erkeği gördüğü zaman da takdir ediyordu Mukadder. Arzu’nun yerinde olup Azad’a sarılanın kendisi olduğunu hayal etmeye başladı. Mukadder’in yanındaki Hasan’ın gündemi ise çok farklıydı. Terlemişti Hasan, amirinin emriyle şirketin dava dosyalarını avukata götürüyordu. Var gücüyle çalıştığı ve sürekli yorgun düştüğü için, sahurda alarmı duymamış ve sahuru kaçırmıştı. Orucu sahursuz tutmaya çalışıyordu. Susuzlukluk dayanılmaz olmaya başlamıştı ama onun derdi, orucun zorluğu değildi, amirine karşı içten içe büyüyen nefretini dizginlemeye çalışıyordu Hasan. Devlet bağlantılı bir şirkette çalışıyordu, 3 yıldır çalıştığı halde terfiini vermemişti amiri ve onu sürekli ayak işlerinde kullanıyordu, bir stajyer kadar değeri yoktu amirinin gözünde. Badem bıyık bile bırakmıştı kendine hiç yakışmadığı halde ama nafile, adamın gözünde değersiz bir paçavraydı. Deli gibi çalıştığı, sürekli mesaiye kaldığı için sevgilisiyle arası bozulmuş ve kız sonunda onu terk etmişti. O da Azad ile Arzu’ya sinirli gözlerle bakıyordu.

Azad’la Arzu’nun hemen yanında onların yaşlarında iki genç öğrenci daha vardı. Biri diğerine sürekli reis diye hitap ediyordu. Reis diye hitap edilen Mert, sanki herkese sebepsiz kızgınmış gibi bir yüz ifadesiyle tesbihini sallıyordu. Mert’in çocukluk arkadaşı olan Alp, gereksiz bir ciddiyetle rapor verir gibi konuşuyordu reisle. Kimse yokken bile.

Arzu sarılma eyleminin verdiği o güven duygusu içinde kendini çok huzurlu hissediyordu, temas halindeki vücutları sanki ying-yang’ın siyahla beyazıydı, sanki tüm korkuları, güçsüzlükleri siliniyordu, kendini güçlü hissediyordu Arzu. Bu huzurlu boşluktayken, Azad onu yanağından öpüp “Ez ji te hez dikim” deyiverdi. Azad’ın Kürtçe bilmediğini bilen Arzu bir an şaşırsa da ona böyle bir sürpriz yaptığına öyle çok sevindi ki, “Ez jî ji te hezdikim” diye kekeleyerek o da onu öptü yanağından.

Yanıbaşlarında Kürtçe konuşulduğunu duyan reisin bir an kan beynine sıçradı! Okulda sosyalist öğrencilerden yedikleri dayaktan beri, ki bu solculuk oynayan bebelerin çoğu Kürt kökenliydi ona göre ve hepsi vatan haini komünistlerdi. Hiç düşünmeden Azad’ın omzunu dürtüp, yüksek sesle “Burası Türkiye, burada Türkçe konuşacaksınız ulan! Her gün şehit veriyoruz sizin gibi soysuzlar yüzünüzden, yediğiniz kaba sıçan utanmaz hainlersiniz hepiniz, bir de utanmadan Kürtçe konuşuyorsunuz!” diye bağırdı. Azad bir an neye uğradığını şaşırdı, tüm metrobüs onlara bakmaya başlamıştı, kendini ilk defa  çaresiz hissetti Azad. “Ne alaka amına koyim” dedi içinden, hala olayı anlamaya çalışırken. Fırsatı değerlendiren Ahmet’te söze karıştı, “Ar namusta yok bu Zerdüştlerde, ramazan ramazan utanmasalar sevişecekler milletin içinde, pis kafirler, hepiniz cehennemde yanacaksınız!”. Amirine olan hırsından çatacak yer arayan Hasan’da duruma balıklama atladı, öyle silik bir kişiliği vardı ki Hasan’ın hayatta kendini önemli hissettirecek en küçük bir fırsatı bile kaçırmak istemezdi, “Bunlar da utanma ne arasın, tavşan gibi ürüyorlar, yakında ülkede çoğunluğu da ele geçirecekler, o yüzden başkanımız en az 3 çocuk yapın diyor!”. Gelin iyi bir şey yapalım deseler, üşengeçliklerinden kıçlarını kaldırmayacak insanlar konu linç olunca, konu kendini birilerinden daha değerli hissetmek olunca, kötülüğün o muazzam birleştirici gücüne sarıldılar. Tüm metrobüste bir uğultu oluşmaya başladı. Sanki ülkenin tüm sorunu birbirlerine sarılan ve sevgilerini başka bir dilde dile getiren bu çiftti. Arzu’nun gözleri doldu. Tüm hayatı korkularıyla yüzleşmekle geçen, ilişkilerinin ilk gününden beri ailesine bir Türk gencini sevdiğini nasıl açıklayacağını düşünmekle geçen Arzu, istemsizce bağırdı tüm gücüyle “Yeteeeeeeeeeeeeeeeer!”.  Tüm metrobüs sus pus oldu, Arzu önce reise dönüp, “bu çocuk senden bin kat daha Türk, sırf beni mutlu etmek için öğrenmiş nasıl kürtçe seni seviyorum denileceğini, eğer insan olsan, sana anlatırdım sevginin ne olduğunu ama değilsin.” Arzu öyle sinirlenmişti ki, sonra Ahmet’e döndü, “Sen, sen misin kimin cennete, kimin cehenneme gireceğine karar verecek? Sen misin kimin Müslüman, kimin kafir olduğuna karar veren? Sen misin ulan karar mercii? Elhamdürillah Müslümanım ben, bir daha kendini Allah’ın yerine koyup şirk koşarsan senin kafanı koparırım!”, Arzu kendini kaybetmişti ama hiç olmadığı kadarda güçlü hissediyordu kendini, sonra Hasan’a döndü, “Sen, kula tapan bir çare, eğer seni bu çapsızlığınla kabul edebilecek bir kadın bulabilirsen, evlen de 3 çocuk yap, isimlerini de Recep, Tayyip, Erdoğan koy.”. Metrobüs Mecidiyeköy’e gelmemişti henüz ama Arzu, Azad’ın elinden tutup onu dışarı sürükledi. Metrobüstekiler, olayın etkisiyle yol açtılar çifte.

Dışarı çıktıklarında, Arzu sinirden titrerken, Azad’ın gözlerinden bir katre süzüldü usulca, Arzu’yu kendine çekip sıkıca sarıldı Azad ve kulağına fısıldadı gururla, “Ez ji te hez dikim”.

12.06.2016
Beyoğlu/İstanbul
H.Ali Söyler