16 Mayıs 2009 Cumartesi

Özlem

“Ne çok özledim” dedi yanımda sessizce yürürken. İstiklal’in uğultusunda dahi sesindeki hüznü yakalamıştı kulaklarım. Gökyüzüne bakarak söylemişti bunu. Kafamı kaldırıp ben de baktım güçlü şehir ışıklarının ardında uzanan karanlık boşluğa. “Yıldızları mı?” diye tahmin ettim. Başını evet anlamında salladı ve derin bir iç geçirdi.

Benim gibi çocukluğunu köyde geçiren biri anlayabilirdi herhalde neler hissettiğini. Her gece evin çardağındaki sedire yatıp izlerdik, gökyüzünün o muhteşem tiyatrosunu. Hatta zor da olsa babannemi ikna edip damda yattığımız o yaz geceleri, tarif edilemez güzelliklerdi. Teyzemin dizlerine yatıp, onun anlattığı hikayelerle uzayın sonsuz boşluğunu hayal etmek, uzaklardaki yaşamları düşünmek heyecanlandırır uykumuzu kaçırırdı. Tekrar kafamı kaldırıp baktığımda, bir tek yıldızı bile göremedim çok sevdiğim İstanbul semalarında. “Ne acı!” diye hemfikir oldum onunla.

“Aklıma bir fikir geldi!” dedi heyecan dolu bir sesle, koyu kahve rengi gözleri gecenin içinde parladı bir anda. İçim ürperdi gene, ne zaman ona uyacak olsam böyle olurdu bana. “Ne yapacaksın?” diye sordum heyecanla. “Ben değil sen” dedi bilmiş bir gülümsemeyle. “İkimiz de yıldızları özlediğimize göre onları görmenin vakti gelmiştir ha! Ne dersin?” dedi. Güldüm, en az onun kadar özlemiştim yıldızları ama yıldızları görebilmek için İstanbul gibi çok fazla gece ışığı olan bir şehirden uzaklaşmamız ya da bir teleskop falan bulmamız gerekiyordu. Ben düşünürken içimdeki çocuk çoktan köşeyi dönmüştü bile. Ardından seğirttim hemen. Taksim ara sokaklarında bir süre dolaştıktan sonra, bölgeye şehir akımını veren trafoları buldu. “İşte geldik” dedi. Kafasını kaldırıp ana alterlerin büyük trafoya girdiği yeri işaret ederek “Hala iyi sapan kullanabilir misin?” diye sordu. Düşündüğü şeyi anlayınca pis pis sırıttım ben de. Arka cebinden sapanı çıkartıp bana uzattı. Trafonun arkasındaki binada bulunan çanak uydu alıcısını işaret ederek “Ucu yukarı doğru olan bir kancaya emaneten takılı, eğer yeterince iyi isabet ettirirsen düşürebilirsin” dedi göz kırparak. Sağ cebinden çıkardığı bilyeleri uzattı bana sonra. “Görelim bakalım ne kadar yaşıyorum içinde” deyip izlemek için geri çekildi. Sapanı elime alınca, çocukluk anılarıma döndüm gülümseyerek. Arkamda ki haylaz veled küçükken bundan çok daha zor atışları başarıyla yapardı. Birkaç denemeden sonra yerinden oynatabilmiştim anteni. En sonunda güzel bir atışla çıkarmıştım anteni yerinden ama düşmesini engellemişti şerefsiz kablolar. Arkamdan “Bahse girerim üç dakika içinde kopacaklar” diye kıkırdadı. Tahmini doğru çıkmadı. Oturup kopmasını bekledik bir müddet. İkimizin gözüde çanaktaydı ki ikimiz de yaklaşan polisleri göremedik. “Anteni taşlayan sen misin lan? Anten!” diyen memurun sesi kendimize getirdi bizi. Elimdeki sapanı saklama fırsatım olmadı haliyle. “Hakkında şikayet var, hadi karakola alıyoruz seni canım” dedi daha yaşlı olan memur. Hüzünlü bir şekilde, iki memurun arasında karakola gittim. Nöbetçi amir “Ne bok yemeye taşladın lan çanağı” diye takıldığında kahkahayı patlattım ben de. “Yiyecen kafanı copu haa, söylesene olum niye taşladın be” diye gülerek tekrar sordu amir. Ben de ciddileşip “Kötü bir niyetim yoktu, sadece yıldızları özledim o kadar” dedim, “Parası neyse veririm” diye de ekledim hemen. Nöbetçi amir “Atın şu manyağı nezarete” dedi. “İstiyorsan kafana bir cop indirelim görürsün belki yıldızları” diye de espiriyi patlattı ardımdan.

Nezarethanede kimse yoktu. Küçük camın altındaki sert banka sırt üstü uzanıp çok dar açıdan görünen gökyüzüne baktım. Tam o sırada bütün karakol karanlığa büründü. Sadece karakol değil, tüm taksim karanlıktaydı. Dışarıdan şen bir çocuk kahkahası geldi. Ben de gülümsedim. Sadece büyük ayının kuyruk sokumunu görüyor olsam da özlemimi bir nebze gidermiştim.

14 Mayıs 2009
H.Ali Söyler / Taksim

Hiç yorum yok: