16 Mayıs 2009 Cumartesi

Özlem

“Ne çok özledim” dedi yanımda sessizce yürürken. İstiklal’in uğultusunda dahi sesindeki hüznü yakalamıştı kulaklarım. Gökyüzüne bakarak söylemişti bunu. Kafamı kaldırıp ben de baktım güçlü şehir ışıklarının ardında uzanan karanlık boşluğa. “Yıldızları mı?” diye tahmin ettim. Başını evet anlamında salladı ve derin bir iç geçirdi.

Benim gibi çocukluğunu köyde geçiren biri anlayabilirdi herhalde neler hissettiğini. Her gece evin çardağındaki sedire yatıp izlerdik, gökyüzünün o muhteşem tiyatrosunu. Hatta zor da olsa babannemi ikna edip damda yattığımız o yaz geceleri, tarif edilemez güzelliklerdi. Teyzemin dizlerine yatıp, onun anlattığı hikayelerle uzayın sonsuz boşluğunu hayal etmek, uzaklardaki yaşamları düşünmek heyecanlandırır uykumuzu kaçırırdı. Tekrar kafamı kaldırıp baktığımda, bir tek yıldızı bile göremedim çok sevdiğim İstanbul semalarında. “Ne acı!” diye hemfikir oldum onunla.

“Aklıma bir fikir geldi!” dedi heyecan dolu bir sesle, koyu kahve rengi gözleri gecenin içinde parladı bir anda. İçim ürperdi gene, ne zaman ona uyacak olsam böyle olurdu bana. “Ne yapacaksın?” diye sordum heyecanla. “Ben değil sen” dedi bilmiş bir gülümsemeyle. “İkimiz de yıldızları özlediğimize göre onları görmenin vakti gelmiştir ha! Ne dersin?” dedi. Güldüm, en az onun kadar özlemiştim yıldızları ama yıldızları görebilmek için İstanbul gibi çok fazla gece ışığı olan bir şehirden uzaklaşmamız ya da bir teleskop falan bulmamız gerekiyordu. Ben düşünürken içimdeki çocuk çoktan köşeyi dönmüştü bile. Ardından seğirttim hemen. Taksim ara sokaklarında bir süre dolaştıktan sonra, bölgeye şehir akımını veren trafoları buldu. “İşte geldik” dedi. Kafasını kaldırıp ana alterlerin büyük trafoya girdiği yeri işaret ederek “Hala iyi sapan kullanabilir misin?” diye sordu. Düşündüğü şeyi anlayınca pis pis sırıttım ben de. Arka cebinden sapanı çıkartıp bana uzattı. Trafonun arkasındaki binada bulunan çanak uydu alıcısını işaret ederek “Ucu yukarı doğru olan bir kancaya emaneten takılı, eğer yeterince iyi isabet ettirirsen düşürebilirsin” dedi göz kırparak. Sağ cebinden çıkardığı bilyeleri uzattı bana sonra. “Görelim bakalım ne kadar yaşıyorum içinde” deyip izlemek için geri çekildi. Sapanı elime alınca, çocukluk anılarıma döndüm gülümseyerek. Arkamda ki haylaz veled küçükken bundan çok daha zor atışları başarıyla yapardı. Birkaç denemeden sonra yerinden oynatabilmiştim anteni. En sonunda güzel bir atışla çıkarmıştım anteni yerinden ama düşmesini engellemişti şerefsiz kablolar. Arkamdan “Bahse girerim üç dakika içinde kopacaklar” diye kıkırdadı. Tahmini doğru çıkmadı. Oturup kopmasını bekledik bir müddet. İkimizin gözüde çanaktaydı ki ikimiz de yaklaşan polisleri göremedik. “Anteni taşlayan sen misin lan? Anten!” diyen memurun sesi kendimize getirdi bizi. Elimdeki sapanı saklama fırsatım olmadı haliyle. “Hakkında şikayet var, hadi karakola alıyoruz seni canım” dedi daha yaşlı olan memur. Hüzünlü bir şekilde, iki memurun arasında karakola gittim. Nöbetçi amir “Ne bok yemeye taşladın lan çanağı” diye takıldığında kahkahayı patlattım ben de. “Yiyecen kafanı copu haa, söylesene olum niye taşladın be” diye gülerek tekrar sordu amir. Ben de ciddileşip “Kötü bir niyetim yoktu, sadece yıldızları özledim o kadar” dedim, “Parası neyse veririm” diye de ekledim hemen. Nöbetçi amir “Atın şu manyağı nezarete” dedi. “İstiyorsan kafana bir cop indirelim görürsün belki yıldızları” diye de espiriyi patlattı ardımdan.

Nezarethanede kimse yoktu. Küçük camın altındaki sert banka sırt üstü uzanıp çok dar açıdan görünen gökyüzüne baktım. Tam o sırada bütün karakol karanlığa büründü. Sadece karakol değil, tüm taksim karanlıktaydı. Dışarıdan şen bir çocuk kahkahası geldi. Ben de gülümsedim. Sadece büyük ayının kuyruk sokumunu görüyor olsam da özlemimi bir nebze gidermiştim.

14 Mayıs 2009
H.Ali Söyler / Taksim

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Gündüz Düşçüsü

Gezindim durdum; karanlık ara sokaklarda, kendi ayak sesinden korkarak hemde, yüreğim titreyerek, gölgemden kaçarak. Beynimden taşan cevapsız sorular çelmeler taktılar bana çarpıp rutubetli duvarlara. Düştüm defalarca, dizlerim kanadı, bayıldığım da oldu hatta. Pis kokuları takip ettim, derinliklerine indim şehrin, lağımlarda yüzdüm, bokunuzu burun farkıyla geçtim. Kayboldum,umudumu yitirdim bazen ama devam da ettim kaçmaya.

Bir pazar yeri buldum sonra; fahişeler, hırsızlar, arsızlar, şerefsizler,duygusuzlar ne ararsanız. Demek aradığım yer burasıymış dedim kendi kendime. Cebimdeki son parayla bir tezgah satın aldım. Gözyaşlarımı sattım önce ağlayamayanlara, iyi tuttu bu, rekabet artınca bıraktım ama,ucuzladı. Pazarın daha güzel bir yerinde ağlanacak bir omuz sattım sonra. Tutmadı fazla, hatta kendi gözyaşlarımla ıslattılar omuzlarımı. Param bitti, aç kaldım, dilendim bir ara kimse yüzüme bakmadı. Yüzümü sattım bende, idare ettim bir müddet bununla. Gene aç kaldım, tek gözümü sattım iyi para etti. Kendimi sattım sonra duygusuz kevaşelere, fazla vermediler bedenime, zaten içten bir kere sarılanlardan da almadım para. Baktım olmayacak bir böbreğimi sattım, yeni bir tezgah aldım pazardan. En değerli şeyimi sattım bu kez: hayellerimi! Kısa sürede zengin oldum. Ün yaptım pazarda,yüzsüz tek gözlü “Gündüz Düşçüsü” dediler bana. Gene taklit edenler oldu ama baş edemediler benimle bu kez. Ticareti de öğrendim, ortaklık teklif ettim onlara, kabul edenler oldu. Akşamdan kalma rüyalarımı verdim franchiser tezgahlara,onlarda zengin oldu. Yolunuz düşerse uğrayın mutlaka, herkese yetecek hayal var bende.

Yaşlanıyorum artık, tek böbrek yetmiyor içimdeki ruhsal dolaşıma. Yıllardır bu pazardayım, her sabah dolaşırım tezgahları. Gelmedi hala aradığımı satacak…

06 Mayıs 2009
H.Ali Söyler

26 Nisan 2009 Pazar

Yaftalamak

Karma felsefesine göre, insan kendi doğumunu kendi seçermiş, yani kim olarak doğacağını nerde doğacağını, hangi millete ait olacağını. Ayrıca bunu bir sebeb-sonuç ilişkisiyle sunar bize, yani geçmişinde kötü olan bir insan, şu anki hayatında bunun bedelini öder, sakat doğar, fakir yaşar, acı çeker, başarısız silik biri olur gibi. Yine önceki hayatında iyi olan biri şimdiki hayatında sağlıklı, zengin,ferah ve saygınlık içinde yaşarmış(!) …

Yazacaklarıma karma felsefesiyle girmemin nedeni, hayatımın her anında karşıma çıkan ve hala devam eden YAFTALAMA gerçeğini sizinle paylaşmak. Bence dünyanın en büyük sorunu bu. İnsanları yaftalıyoruz. Sen, ben, o hepimiz yapıyoruz bunu. Ben artık yapmıyorum bunu, birinci gözden yaşamış biri olarak yapmıyorum (elimden geldiğince tabi :)).

Daha önceki yazılarımda da bundan dem vurmuştum, neden mutlu ola mıyoruz? Neden birbirimizi yaftalayıp duruyoruz? Hayır, karma felsesi saçma sapan bir şey arkadaşlar, öyle bir şey de yok. İnsan kendi yaşamını kendi seçmiyor. Annesini, babasını, milletini seçmiyor. Ama önünde uzanan hayatı şekillendirmesi kendi elinde, kimi doğru yolu buluyor evet, kimiyse isteyerek yada istemeyerek batıyor hayat denilen batağa.

Dün Beyoğlu’nda gezerken, yüzünde tüm doğallığını maskelemiş ağır bir makyaj olan, üstünde son moda elbiseleriyle, genç ve güzel bir bayan gördüm. Tam o sırada karşıdan bize doğru bir çocuk geliyordu,elleri ceplerindeydi, kafasını bile kaldırmadan yürüyordu, utanıyorlardı belki de halinden, üstü başı kötüydü, zevksizdi, iğreti duruyordu evet. Kızı görünce gülümsedi, farkettim bende. Çocuk geçtikten sonra kız yanında ki arkadaşına dönerek “Iyyy kıro” dedi ve gülüştüler. Kötü hissettim kendimi, o çocukta kendimi gördüm o an, çocukken bende kötü giyinirdim, bana da mı kızlar bu gözle bakıyordu benide mi tanımadan yaftalıyorlardı böyle. Sonra sinirlerim bozuldu, yanlarından geçerken tip tip yüzlerine baktım. “Kendini askı yerine koyup, sipastik gibi taşığıdın o kolundaki deri çantaya verdiğin parayla, iki ay geçiniyorlar o ve ailesi haberin var mı lan, senin bir günde harcadığın parayı onlar bir yılda harcamıyorlar be, Allah’ın düşünme özürlü tikileri, ancak tüketmeyi bilirsiniz zaten, dünyayı da tükettiniz, sevgiyi de, herşeyi de!” diye haykırmak istedim, yapamadım :) (bakın bende yaftalıyorum bazen). Neyse olayı dramatikleştirmeyeceğim daha fazla, ilk sorunumuz karşıda ki insanı dış görünüşüyle yaftalamak. Bu en çok karşılaşılan yaftalama çeşidi. O kızın şunu düşünebilmesi lazımdı, “Herkes benim kadar zengin değil tabi, her ay binlerce lirayı gözü kapalı veremiyor; elbiselere, solaryuma, makyaj malzemesine, benim kadar düşüncesiz bir tüketici olamıyor,yazık ona” diyebilmeliydi. Belki gülümsemesine karşılık vermeyebilirdi yine, ama en azından arkasından, onun elinde olmayan nedenlerden dolayı “kro” diye yaftalamamalıydı. Bunun örnekleri çok fazla, siyah giyen birini “satanist” diye yaftalamak, kısa bir şey giyen birini “kaşar,orospu” diye yaftalamak vb çok fazla örnek verilebilir buna.

Şimdi asıl diyeceklerimde sıra, düşünememekten kaynaklanan yaftalama! Ki, bu çok daha vahim ve dünyada süregelen kaosun en büyük sebebi, ve düşünen amcalar bunu çok güzel kullanıyorlar. Türkiye’den örnekler vereyim size, ben yaşlılarla sohbet etmeyi çok severim,birinci ağızdan duyduğum hikayelerden yaptığım çıkarımımı paylaşayım sizinle. Bildiğiniz gibi bizim yetmiş-seksenlerde karanlık bir siyasi tarihimiz var. Sağ-Sol kavgaları, iki tarafıda tarafsız olarak dinledim, iki tarafında yazdığı dönemi anlatan kitaplarını okudum. Yaptığım çıkarımı söylüyorum; o dönemki gençlerin hepsi gerizekalıymış :). Temele inerek anlatayım isterseniz; sağcılarda,solcularda aynı şeyi istiyorlar ikisi de emperyalizme karşı, temelde ikiside ülkenin tam bağımsızlığını,kendi ayakları üstünde durmasını istiyor. Ama ne yapmışlar peki bu amcamlar? Birbirlerini yaftalayıp, kıymışlar sadece birbirlerine, sağcılar hah bu solcu! Dövelim! Kominist vatan hayini şerefsiz bunlar. Solcular ne yapmış; hah sağcı bunlar, düşünmekten aciz, faşist köperler diyip sağcılara dalmışlar. Ne olmuş peki, ölen masumlar iki taraftanda, ülkeye hizmet etmesi gereken parlak zekalar hapisanelerde çürümüş. Hiç kimse karşıdakinin yerine kendisini koymamış, onlar ne istiyor biz ne istiyoruz dememişler, oturup konuşmamışlar bile. Beraber el ele çalışmış olsalardı şimdi bu kadar geri kalmazdık. Ben bu çıkarımı onlarla paylaştığımda bana verdikleri cevap ise; “O zaman öyle bir seçeneğimiz yoktu, ya sağcı olacaktın ya solcu”.. Kusura bakmayın siz bana böyle cevap verirseniz bende sizi gerizekalı diye yaftalarım arkadaş!... Ve bu amcalar hala ülkeyi yönetiyor. Galiba biraz daha beklememiz gerekecek bir şeylerin düzelmesi için…

Konuya dönersek tekrar, düşünememekten kaynaklanan yaftalama! Evet en büyük sorun bu, kimisi bizim suçumuz, çünkü eğitim sistemimiz bozuk. Bizi düşünmeye itmek yerine ezberciliğe alıştırıyor. Düşünmüyoruz. Kimiside dış etkenlerden kaynaklanan düşündürülmeme. Nasıl diyeceksiniz? Mesela tarikatların yaptığı şey beyin yıkama; cahil bir insanı kandırmak kolaydır. Cahil bir insanın beynini dini safsatalarla yıkayarak insalara karşı çok güzel düşman edebilirsiniz. Mesela bu şekilde yıkanmış bir beyne, bak bu ataist dinsiz Allah’a küfür ediyor derseniz gidip onu öldürebilir bile. Aynı şekilde bir aile çocuğunu, dindarlar şöyledir çarşaflılar böyledir diye eğitirse yani ezberlettirirse, ne kadar aydında olsa çıkıp tüm kapananlar örümcek kafalıdır diye yaftalabilir. Yani sorun bu arkadaşlar; düşünmüyoruz, kendimizi onların yerine koymuyoruz, kafamızda yaftalamışız onları, o şekilde etiketlemişiz ki, onlar o kabın dışına çıkamazlar. Yanlış olan bu işte. Peki onları değiştirmek? Ki düşünmeden kabul ettiğimiz kendi gerçeklerimizi, onlara kabul ettirmek için ne yapıyoruz? Hiçbir şey! Sadece etiketliyoruz! Sadece yaftalıyoruz!

Bu konuda sabaha kadar yazabilirim sanırım o kadar çok örnek var ki. Hepsinin temel sorunu bu. Düşünememek, mesela spor, fanatiklik, saygısızlığa dönüşen sevgi! Öyle etiketlemeler gördüm ki ağzım açık kaldı işin kötü yanıda buna cidden inanıyorlar. Örneğin; Şu takımlılar ibnedir, tüm şu takımlılar eziktir(yazamayacağım çok ağır şeylerde var). Maça gidiyorsun şunu yapmayan şöyle olsun. Tezahuratların tamamı küfür dolu, hemde maçla hiç ilgisi olmayan, anne ve eşlerde giriyor o küfürlere. Bu mudur şimdi spor? Bu mudur taraftarlık. Bir kindir almış gidiyor, nasıl bir etiketlemeyse, karşı takımın renklerine bile uyuz oluyorlar. Be hey öküz hiç mi düşünmedin, sen kendi takımını seviyorsun eyvallah çok güzel bir şey, spor güzel bir şey zaten. Tamam izle, aynı şartlarda verilen mücadeleyi, kaybettiysen rakibini tebrik et, kazandıysan karşıyı kırmadan sevin.. Ne diye terbiyesizleşiyorsun.. Ne diye senin gibi kendi takımını seven o taraftara küfür ediyorsun!

Son olarak ırkçılığa değineceğim, beni en çok üzen yaftalama. Yazının başına dönersek insanlar kendileri seçmiyorlar milletlerini demiştim. Siz kim oluyorsunuzda insanları renginden, milletinden, dilinden dolayı yaftalayabiliyorsunuz? Sen şimdi bu millettensin eyvallah insanın kendi milletini sevmesi kadar doğal bir şey yok, ama o hor gördüğün milletten bir çocuk olarak da doğabilirdin. Bu yüzden düşün önce bir kere, sana bir kastı yoksa niye yaftalayıp kin besliyorsun be hayvanoğlu! Türk, Kürt, Ermeni, Çerkez, Laz 70 milletten insar yaşar bu topraklarda sen kimsinki ırkçılık yapıyorsun, Sünni,hanefi,alevi,müslümanı,hrıstiyanı,musevisi,atatisti yaşar sen kimsinki meshepçilik yapıyorsun. Düşün bir sende onlardan biri olarak doğabilirdin, kendini onların yerine koy bir kere. Düşün sadece düşün bırak artık yaftalamayı.

Özetliyecek olursak, bazı zeki ve düşünen amcaların, bu cahilliğimizi, bu ezberciliğimizi kullandıklarını, bu yaraları kaşıyarak bizi birbirimize düşürdüğünü söylemiştim. Son sözüm kendinizi kullandırtmayın! YAFTALAMAYIN, ETİKETLEMEYİN!!!

H.Ali Söyler
26 Nisan 2009



Sessiz Çığlıklar

“Abi paran var mı?” dedi, dilenciye benzemiyordu pek, zaten dilencilere para vermem ben, çok aşağılık gelir hep bana.. Birinden durup dururken para istemek! Hele sağlam insanlar isteyince sinir olurum iyice.. Eli ayağı tutan bir teyze veya genç isterse asabileşirim bile, bir keresinde bir teyzeye neden dileniyorsun diye çıkışmıştım, sağlamsın git çalış yada ne bilim göbek at mesela göbek atsan para verirdim sana hatta istemeden verirdim demiştim.. Ben bunları düşünürken “Çok zor bir şey mi sordum abi” dedi. Yüzüne baktım, en fazla 15-16 yaşlarındaydı ama çok daha yaşlı gösteriyordu, yediği tokatlar bir İran halısının sık ilmekleri gibi dokunmuştu yüzüne. Arkasında sakladığı tiner dökülmüş bezi gördüm sonra. “Parayı napacaksın?” diye sordum? Direk gözlerimin içine bakarak “Şarap alacam abi” dedi. Doğru söylüyordu, inandım ona.

Son günlerde zihnim çok bulanık, kafamın içinde hiç susmayan çan sesleri var sanki, bir sancı belki bilmiyorum. Ansızın bir baş ağrısı saplanıyor, Nietzche’nin dediği gibi hayallerimin doğum sancılarıdır umarım. Rahatlamak için yürüyüşü keşfettim bugünlerde. İstiklale çıkıp karışıyorum kalabalığın içine, çizgilere basmadan yürümeye çalıştım önce ama çok zor oluyor o kalabalıkta,şimdilerde tramvay raylarına ayağımı sürüyorum, nispeten daha kolay. O günde Can Yücel’in Kayıp Çocuk şiirini mırıldanıyordum yürürken;

Birden işitilmez olsun ayak seslerim;
Gölgem bir başka sokağa sapıversin;
Unutayım bir anda her şeyi,
Nerde oturduğumu,
Bir tuhaf adem olduğumu Can adında.
Aklım arayadursun başka kapılarda kısmetimi,
Ben, bilmediğim sokaklarda bir başıma;
Gönlüm öylesine geniş, öyle ferah,
İlk defa görmüş gibi dünyayı,
Bir şaşkınlık içinde, yeniden doğmuş gibi;
Hatırlamam artık değil mi, dostlar,
Hatırlamam artık garipliğimi?

Hakikaten de gölgem olmasa da ben sapıvermişim bir ara sokağa, ta ki o karşıma çıkıp “Abi paran var mı?” diyene kadar bunu yaptığımın farkında bile değildim bende. Melankolik şarkıların dolu olduğu mp3 çalarımı kapatıp, elimi omzuna koydum. “Eğer beraber içersek sana şarap alırım” dedim. Gülümsedi, gülümseyince bir hüzün kovan kuşu geçti aramızdan, gülümseyince, acılarla da dolu olsa, bir yüzün ne kadar güzel olabileceğini gördüm bir kez daha.. Köşedeki tekelden bir köpek öldüren aldım önce, sonra “En pahalısından ver” dedim adama. Galatasaray hamamının ordan Cezayir sokağına inerken kullanılan merdivenlere oturduk. Sami’ymiş adı. Hayatını anlattı bana, dinlerken utandım, yüzüm kızardı hatta, şaraptan herhalde dedim sorunca.

Çok şeyim yok belki benim de, ama yetiyorum kendi kendime, sahip olamadığım şeyler için isyan da ettim evet ama o gün pişman oldum herşeye. En azından bir evim vardı benim sorunlarımda olsa bir ailem. Anamı babamı tanımıştım ben en azından, çocuk esirgeme kurumunda bıyıklı amcalar tecavüz etmemişti bana, amcam diye bildiğim adam beni
dilenmeye zorlamamıştı hiç, bir kış günü yengem kovmamıştı beni,soğuk sokağa bir başıma. Ben böyle kendimle yüzleşirken daha önce hiç duymadığım bir Müslüm şarkısı patlattı yanık sesiyle “Hep ağladım biraz gülmek istedim,ne yaptımsa duyulmadı ki sesim,hergün feryat ettim ölmek istedim,cağırsamda gelmedi ki ecelim” gibi birşeylerdi herhalde.. “Sesin çok güzelmiş” diye kekeleyebildim ancak ilk defa anlamlı gelmişti arabesk bana oysa.

O ise hiçbir şey sormadı bana, adımı bile sormadı. Veda edip ayrılırken arkamdan “Eyvallah abi” dedi. Gözümden süzülen yaşlarla tekrar sürüdüm ayaklarımı tramvay raylarında. Bu kez yıllar önce yazdığım kendi şiirimden bir mısrayı mırıldanıyordum ve ilk defa yazdığım bir şeyi severek;


Beyoğlu’nda bir tinerci
Uzanırken gözleri gökyüzünde
Bir yıldız gördü kayan
Çok şey vardı isteyecek,
Seçemedi!
H.Ali Söyler
8 Nisan 2009

Bahsi Geçen Şiirin Tamamı: http://hacialisoyler.blogspot.com/yldz.html

24 Mart 2009 Salı

Muhsin Amca

Kesif bir toz bulutu sardı, korkarak attığı titrek adımlarının ardından küçücük odayı. Kekremsi bir leş kokusu doldu çiğerlerine aniden,midesi bulandı.. Anılar acımasızca abandı üstüne, gözleri doldu hemen.. Nasıl büyük bir aşktı burada ölen, ne kadar kuvvetli gelgitler yıkamıştı, yıpratmıştı o küçük yüreği kim bilir.. Ah ne çok sevmişti Muhsin amcayı ve ne kadar acıydı zamansız gidişler..

Bir akşam üstü, Kabataş iskelesinde boğazı seyrederken oturmuştu yanına. Sinirini bozmuştu yalnızlığının bozulması. Kalkıp yandaki banka gidecekti ki tam, kadife sesiyle Nazım’ın çok sevdiği bir şiirini okumaya başladı. Nur yüzlü, bembeyaz sakalları içinde parıldayan mavi gözleriyle. “Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da…” Ayaklarının bağı çözüldü, tekrar yığıldı banka,boğazına kocaman bir yumru takıldı kaldı,konuşamadı. Tam onikiden vurmuştu Muhsin amca. Böyle tanışmışlardı...

İsmini çok sevmişti Sırdaş’ın. “Koca bir ömür beklemeliymiş insan, gerçek bir sırdaş bulmak için” diye takılır olmuştu ona. Üç ay boyunca ne zaman gitse oradaydı Muhsin amca, her akşam gider olmuştu o banka. Boğazın derinliklerine daldılar beraber, İstanbul’u dinlediler gözleri kapalı, hayali tablolar çizdiler rengarenk, altları çizilmiş kitaplar,şiirler okudular.. İyileşiyordu Sırdaş,gittiği hiçbir psikolog içtiği hiçbir ilaç işe yaramazken…

Bir akşam yok oldu Muhsin amca, haftalar, aylar geçti, pes etmedi Sırdaş. Her akşam gitti o banka.. Bir kasım akşamı yaşlı bir kadın oturuyordu yerinde. Yaklaştığında anladı hemen Münevver Hanım olduğunu. Elinde bir anahtar martıları izliyordu öylece. “Bende seni bekliyordum” dedi Sırdaş’a. Ayağa kalktı ve anahtarı verdi, “Senin yaşlı aptal öldü” dedi bir solukta. Caddenin karşısında arka sokakta bir evi tarif edip gitti acımasızca.

Odanın her yanına anılar istiflenmişti sanki, daraldıkça daraldı küçücük oda. Mide bulantısı arttı, camı açtı nefes almak için ve bir şok daha yaşadı. Odanın tek camından görünen evde Münevver hanım torunlarıyla oynuyordu. Anılar ete kemiğe büründü bir anda, anlam kazandı o sahipsiz şiirler. İçi burkuldu Sırdaş’ın. Aşk hakkında onca şey dinlediği, hayatı öğrendiği Muhsin amca dokunamamıştı bile Münevveri’ne, hissedememişti kalp atışını,öpememiş koklayamamışmıydı onu.

Münevver Hanım’a son kez bakarken hüzünle mırıldandı Sırdaş,

“Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden? ”

24.03.2009
H.Ali Söyler

16 Şubat 2009 Pazartesi

Uçmak nasıl bir duygu bilir misin?


Kanadı kırık bir martı gördüm dün,beşiktaş rıhtımında boğazı izliyordu..Diğerleri denize batar çıkarken, neşeli neşeli vapurları kovalarken neler düşünüyordu kim bilir,merak ettim.. Usulca yanına sokuldum, beni farkedince refleks olarak kaçmaya çalıştı, bir kaç adım kaçtı da,sonra usulca bana döndü ve ıslak gözleriyle süzdü beni..Bir süre bekledikten sonra "seni de onlardan biri sandım" dedi.. "Onlar?" dedim, bana güvenmesinin verdiği memnuniyet yüzüme bir gülümseme olarak yayılırken. "Kötü insanlardan biri" dedi yüzünde nefretin çizgileri belirip kaybolurken..Ne olduğunu sormadım, belli ki çok incinmişti..Kabuk bağlamış bir yarayı kaşımak istemedim,zaten oldum olası kötü şeyleri konuşmayı sevmem..Ama o ne düşündüğümü farketmiş olacak ki anlatmaya başladı "Geçen gün bir kız geldi rıhtıma,telefonla konuşurken duydum onu ilk..birine nasihatlar veriyordu, dürüstlükten, sadakatten, sıkı sıkıya bağlı olduğu prensiplerinden dem vuruyordu..Biz martıların hisleri güçlüdür, kolay kolay yanılmayız,onun çok iyi bir insan olduğunu düşündüm ilkin.." duraksadı, o anı tekrar yaşadığını anladım, nerde hata yaptığını düşünüyordu herhalde,hikayenin devamını merak etsemde, bekledim.. "Çok güzel bir kızdı" diye devam etti, "Melekler kadar güzeldi hemde..." tekrar sustu, gözleri buğulandı.. Sonra devam etti, "Telefonu kapatınca,köşedeki simitçiden simit aldı.. Bize doğru yaklaştı, nasıl sevinmiştim anlatamam karnımda zil çalıyordu.. Bizimkilerden çoğu havalandı ve istasyonun çatısına kondular, buna şaşırmıştım doğrusu, bariz bir şekilde bizi beslemeye geliyordu ve biz martılar atılan küçük bir simit parçası için bile didişiriz ve bundan büyük zevk alırız" gülümsedi, boğazdan o sırada geçen Beşiktaş-Kadıköy vapurunun arkasında çığlıklar atan arkadaşlarına kaydı gözü, tekrar hüzünlendi, kafasını öbür tarafa çevirdi yavaşça, yüzünü ıslatan o sıcak katre içime aktı sanki.. "Uçmak nasıl bir duygu bilir misin?" dedi usulca, sonra toparlanarak sorusunun saçmalığını anlayarak gülümsedi hemen.. Ben bir şey diyemeden hikayeye döndü, "Kız bize yaklaştığında, bir kaç arkadaş vardık rıhtımda, yaklaştı ve gülümsedi, adate büyülenmiştim, masmavi gözleri vardı ve gülünce yüzünde beliren gamzeleri baş döndürücüydü! Simidinden küçük parçalar koparıp bize atmaya başladı,bi kaç tanesini yedikten sonra hayatımın bu en güzel anları daha uzun sürsün diye işi yavaştan almaya başladım,yanımdaki bir kaç martıda gitmişti, şaşırmış ama sevinmiştim.. Allahım ne güzel gülüyordu.. Hatta bana yakın olmak için simitleri kendine yakın atmaya başladığını düşünüyordum.. Normalde insanlara çok yaklaşmayız ama eğer isterse, ona kendimi bile yakalattırabilirdim! İlk defa insan olmadığıma üzüldüm biliyormusun?" .. Söyleyecek bir şey bulamadığım için gülümsedim sadece.. Kırık kanadına sonra boğaza baktı ve nefret çizgilerinden bir dövme belirdi yüzünde.. "Kız o kadar güzel gülümsüyordu ki kör olmuştum adeta, git gide sokuldum ona.. Elindeki simit bitmek üzereydi,son parçayı elinde tutarken ona çok yakındım artık . Göz göze geldik, o son simit parçası havada süzülürken,onun mavi gözlerine bakarken, kanadımın altına çok sert bir tekme yedim, tekmenin ivmesiyle boğazın korunaklarına çaptım.. Bayılmadan önce kızın sevinç çığlığını, bizimkilerin ona saldırıp kafasına sıçmasıyla ettiği küfürleri ayrımsıyorum" gülümsedi...”Sonrasını malum ” .. Birden ciddileşti “Sen iyi birine benziyorsun” dedi “Senden bir şey istesem yaparmısın?” Memnuniyetle anlamında kafamı salladım, ama duyduğum şey karşısında boğazım düğümlendi. Saatlerce direndim, kanadı çok kötü durumdaydı, tekrar uçmasının bir mucize olduğunu, zaten bir kaç güne öleceğini söyleyip duruyordu sonunda da ikna etti beni..


Elimde yaralı martıyı tutarken, gözlerim doldu, benden istediği şeyi yapamıyordum,bunu nasıl kabul ettiğimi düşünürken verdiğim içsel savaşı farketmiş olacak ki “Uçmak nasıl bir duygu bilirmisin?” dedi, bu kez gülmedi ama “Bir kere tadını aldınmı bir daha dönüş yoktur, gerçek aşk gibidir, sen hiç a....” sözünü bitiremeden tüm gücümle boğaza doğru savurdum onu.. Süzüldü önce, tek kanadıyla yorulana kadar yükseldi, yükseldi, yüzünde hissettiği rüzgarı duyumsadım bende.. Sonra yerçekimine yenik düştü, hiç çırpınmadı, kendini boğazın derinliklerine doğru serbest bıraktı. Bakamadığım için arkamı döndüm, boğazı kucaklarken son bir sevinç çığlığı atışını duydum.. Ayağına bağlı taş onu boğazın derinliklerine gömerken mırıldandım “Hayır dostum, uçmak nasıl bir duygu bilmiyorum...”
16.02.2009 
Haci Ali Söyler

14 Eylül 2008 Pazar

Ergen İsyanı


Çekin elinizi üzerimden ruhsuz orospular kirletmeyin daha fazla beni, artık kimse inandıramaz bana! Boşuna arıyorum biliyorum, hem ben aramayı seviyorum lan, belki de bulmak istemiyorum... Çoğu zaman kulaklarımda bir ayrılık şarkısı çınlıyor bir gün dayanamayıp evlada demekten korkuyorum hayata ama sonra kızıyorum “ulan hayat becereceğim ananı” diyorum, çok daha kötü sözler geliyor dilimin ucuna yutuyorum ama… Kaçta defa niyetlendim çekip gitmeye ama beceremedim, ne gidebildim ne kalabildim en çok koyan da arada kalmak galiba :( Ait olamamak hiçbir yere…

Nasıl mı öleceğim,

Yazın en sıcak gününde K1’e tırmanacağım yanımda bir şişe viski, bir büyük şırınga eroin, bir jilet, bir kutu ilaç insanı mal edeninden, bir şişe benzin ve bir altı patlarla. Oturacağım kenarına yüksek bir uçurumun. Küfür edilecek herkese küfür edeceğim içimde kalan, isyan edip rahatlayacağım, sonra tövbe ederim belki bilmiyorum. Önce benzini dökeceğim başımdan aşağıya,sonra eroini vuracağım damardan,ardından bir kutu ilacı içeceğim, viskiyi becerebildiğim kadar fondipleyeceğim, hiç zaman kaybetmeden sol bileğimi keseceğim fazla derin olmadan çünkü çakmağı yakmam gerek sol elimle sağ elimde ise altı patlar içinde bir kurşun olacak. Çakmakla yakıp bedenimi bırakacağım kendimi sırt üstü boşluğa, bakamam korkarım belki yüksekten, süzülürken sırt üstü altı patlarla Rus ruleti oynayacağım dayalı şakağıma, kim bilir belki patlatırım beynimi. O hızda yere çakıldıktan sonra eğer sağlam kalırsa, kalbimi bağışlıyorum! Bu da benden kalan miras olsun. Belki birinin işine yarar :(

Nerden çıktı bu demeyin şimdi, düşünürüm hep bunu… Melankoli hastalık derler! Çok saçma kim ister melankoliyi, mutluluk varken mutlu olmak varken niye zehirler insan kendini. Hayır hayır hasta falan değilim eminin buna tanıyan bilir az çok. Lan peki içine ettiğimin hayatında kimseye bir kötülük etmedim kimse hakkında kötü düşünmedim, isteyerek kimseyi kırmadım, herkes gibi yaşadım lan işte niye mutlu olamadım hiç. Kendimi mi kandırıyorum yoksa anlayan varsa biri açıklasın şunu bana, ve şunu da cidden söyleyeyim içimdeki tüm iyi duygular can çekişiyor, hayata karşı kocaman bir nefret büyüyor içimde ve ben artık besliyorum bunu melankolimle.

Ha birde en sinir olduğum şey yalnız kalamamak, ben beni bildim bileli yalnızım lan, bırakın paylaşmayın yalnızlığımı, ben alıştım kendi yaralarımı sarmaya… Sormayın bana neyin var, demeyin de “sen yalnız değilsin” diye, yanaşmayın uzak durun yakınıma! Ben gelirim hem öyle olursa. Saygı gösterilsin yalnızlığa! Yalnızlara!

***
Yine yürüdüm uçurumun kıyısına
Mırıldanarak evlada şarkılarını
Son defa affettim yapılanları
Ama atamadım kendimi bağlamışlar bir parçamı
***

Hey kutup ayısı nerdesin abi, çölün ortasında değilim ama gel becer beni inan gücenmem buna :)
27-04-2007

27 Haziran 2008 Cuma

Bizim Delinin Vasiyeti

Bizim deliyi gördüm geçenlerde, sahile oturmuş bir şeyler karalıyor, “Napıon lan” dedim “ne yazıon?” “Vasiyetimi yazıom abi” dedi. Güldüm haliyle “Senin neyin var ki kime ne bırakıyon nan” dedim.. Yüzüme imalı imalı baktı, “sana da bir şeyler bırakmıştım ama bu lafından sonra ancak babayı alırsın” dedi. Hem üzüldüm hem meraklandım, iki saat yalvardım anca söyledi. Bana 20 tane naylon poşetiyle bir çuval gazoz kapağını bırakmış… Hayatımda bu kadar duygulandığımı hatırlamıyorum, utanmasam çocuklar gibi ağlayacaktım... Ne kadar ısrar etsem de okutmadı vasiyetini…

Dün işten dönerken her zamanki köşesinde yoktu bizim deli, sızmıştır herhalde bir yere dedim. Bir iki adım daha attımdı ki bizim elemanlar döndü köşeyi, hepsinin yüzünden düşen bin parça… “Noldu lan” dedim, yüzüme baktılar alık alık, hiçbiri cesaret edemiyordu konuşmaya, “Noldu a q delirtmeyin adamı” dedim, Fatih söyleyebildi ancak, gözleri doldu bir anda, ağlamaklı “bizim deliye araba çarpmış!” devam edemedi…

İşten izin aldım bugün, hastayım dedim patrona. Bizim deliyi defnettik. Defnederken gördük ki ne çok seveni varmış bizim delinin, mahallemizin neşe kaynağıymış meğer. Cenazesinde bile herkes gülüyordu, herkesin onla ilgili birkaç komik hatırası vardı mutlaka. Deliyi yıkayan imam cebinden bizim delinin kaleme aldığı vasiyetnamenin çıktığını söylediğinde de herkes gülmüştü. İmam bana uzatarak “Al sen oku” dedi. Yavaşça açtım vasiyetnamesini, “Yazısı da çok güzelmiş” dedi Fatih. Okumaya başladım;

“Selamun aleyküm inşallah, Süleyman anlattıydı geçen, ölmeden önce yazılıyormuş, geride kalanlara sahip olduklarını bırakmak için, öldükten sonraki isteklerini şeytmek için, benimde çok şeyim var! Bir gün ölürsem, buda benim vasiyetimdir… Ahanda şöyle; Şimdi içinizde, bu delinin neyi var ki hatta onu geç kimi var ki vasiyet yazmış diyenleriniz olacaktır, öle diyenlere Marmara da ki fay hattını münasip yerlerine sokmaları için bırakıyorum, bizim pısırık âşık Fatih’e, biri kışlık biri yazlık iki platonik aşkımı ve sevenlerimin kalbine kurduğum oturma grubumu, aşşa mahallenin delisi Kerim’e akşamları karıştırdığım dört çöplüğümü, camından maç izlenen sabahçı kahvesini, çalıp çalıp kaçtığım apartman zillerini, istediğini çalan pilsiz çalışan walkmanimi, hiç bitmeyen şarap şişemi bırakıyorum. Bana her gördüğünde cenneti anlatan imam efendiye Bitlis’te ki beş minareyi, ve cennette yaptırdığım tripleks villamı, haylaz Hasan’a mahallede benim boşluğumda oluşacak otorite boşluğunu doldurma hakkını, sokak maçlarında kullandığımız kale taşlarını, köse Kemal’e bütün saç, sakal, kıl ve tüylerimi, emekli Kerem amcaya benim çınarın gölgesini, don lastiği üreten fabrikanın öğlen üzeri yaslanıp sigara içtiğim mavi duvarını, sokak keratalarına uzaydaki üç daire dört üçgen beş dikdörtgenimi bırakıyorum. Gelelim can dostlarıma, Süleyman’ıma yalnızlığını paylaşsın diye gecelerimi, şiirlerini yazsın diye 0,5 rotring kalemimi, Özkan’ıma çalışmaktan, iş yollarında heder olmaktan sevdiği şeyleri yapmaya zamanı kalmadığı için ana babadan kalan yarısı yaşanmış ömrü, Feridun’uma parasızlıktan alamadığı gitar için üzerimde çıkan tüm parayı, ıslıkla da çalınan dört bestemi, Ali’me özenle sakladığım 20 naylon poşetimi(sakın boş sanmayın! İçleri hayallerimizle dolu) ve küçükken piç Sabri’den daha az gazoz kapağı olduğu için kaybettiği, çocukluk aşkını geri alması için topladığım bir çuval gazoz kapağını. Son olarak ta aylardır böbrek bekleyen, diyalize verecek parası kalmayan Deniz’ime böbreklerimi bağışlıyorum eğer uyuşmazsa satıp uyanını alın. Sanırım hepsi bu kadar. Umarım vasiyetimi okumadan beni gömmek gibi bir hıyarlık yapmamışsınızdır! Eğer öle bir bok yediyseniz organlar mundar olmadan çıkarın çabuk.”

Bir ay sonra Deniz’i ziyarete gittiğimde anlattım olanları, ben anlatırken ağlamaya başladı, uzun bir sessizlikten sonra konuşmaya başladı ”Korktuğum başıma geldi. Bende paranın kaynağını merak ediyordum. Bir ay önce parasızlıktan diyalize son kez alınmıştım, son günlerimi yaşadığımı düşünüyordum, artık her şeyden vazgeçmiş bir zavallıydım, beni o halimde tek güldürebilen bizim deliydi ve bana son sözü “Sen ölmeyeceksin Deniz’imdi.” devam edemedi.

Bu olay herkes gibi benimde hayatımı değiştirdi, şimdi ne zaman umutsuzluğa düşsem poşetlerimi açıyorum, hayallerimle, hayallerimizle kucaklaşıyorum ve bu ölene dek böyle olacak… 


PS: Mesut Üstündağ'ın Bir Delinin Mal Beyanı'ndan bazı maddeler kullanılmıştır :)

H.Ali Söyler
26.06.2008


7 Haziran 2008 Cumartesi

Cinayet Saati

Vuruyor yine faili meçhul cinayetler saati
Cesetler her yerde kalpleri hançerli
Mutlu ölen yok
Yüzlerinde anlaşılamamışlığın izleri

Ortalık kan gölü, kokmuş cesetleri
Sağanak acı bile yıkayamıyor caddeleri
Dayanamayan çok
Kimiyse alışmış kanla doldurup içiyor kadehini

Benimse akıyor kanım yaram ağır
Zihnim bulanık kulaklarımsa sağır
Umursayan da yok
Ben gidiyorum adım ister kalmaz ister kalır

16-04-2007
H.Ali Söyler

2 Haziran 2008 Pazartesi

Yıldız

Bir tohum düştü toprağa,
Sabaha karşı, cuma
Ve bir yıldız kaydı
Gökyüzünden karanlığa


Yıldızı gördü bir adam
Ağlamaklı, yaşlı adam
Bir dilek tuttu
Gözyaşlarını sildi,
Yutkundu!



Yıldızı gördü kadın
Gülümsedi.
Onu anlayan birini diledi
İçinden ‘Ne çok bekledim’ dedi.



Kayan yıldızı gördü bir gözlemci
Çok sevindi
Adeta onunla birlikte sürüklendi
Düştüğü yerde olmayı diledi.



Beyoğlu’nda bir tinerci
Uzanırken gözleri gökyüzünde
Bir yıldız gördü kayan
Çok şey vardı isteyecek,
Seçemedi!



Yıldızı farketti
Nöbet tutan bir asker
Göğsünden çıkardı resmi
‘Şafak 83’ dedi
Az kaldı bitti!



Sabaha karşı , cuma
Bir tohum düştü toprağa
Ve bir yıldız kaydı
Gökyüzünden karanlığa!
Görmedi
Tohumu eken!
 
H.Ali SÖYLER - Nisan 2005

30 Mayıs 2008 Cuma

Yolculuk

Ufukta şafak sökerken son bir kez baktı şehre, arkasında tüm sırlarını bilen tek dostu vardı. Gideceğini söylediği günden beri onu ikna etmek için didinmişti ama az önce yenilgisini kabullenmiş ve sessizce olacakları bekliyordu. O da şimdiye dek hep hüzün getirmiş diğerlerinden farksız şafağı izliyordu.

"Gidiyorum" dedi en sonunda heybesini sırtlarken, dostu ne kadar kabullenmek istemesede yanaklarından süzülen yaşlara teslim olmuştu bile. Çaresizce "Ama ama oraya giden kimse geri dönmedi" diyebildi. "Biliyorum" diye cevap verdi, anlatılan efsanelerle büyümüşlerdi ikisi de. Döndüğünde onun da ağladığını gördü. Hiç veda etmemişlerdi daha önce, sadece gözgöze geldiler ve yetti.
Üç gündür yürüyordu, içindeki karanlığa yaktığı son mumdu bu yolculuk, ve heybesinde çok az mumu vardı artık. "Neden" diye sormuştu dostu "neden intahar ediyorsun, bu bu resmen bir çılgınlık" diye çıkışmıştı? Ona sadece "Aramak" için demişti ve eklemişti gülerek "ölüler tekrar ölmez ki"

Uyandığında göz göze geldi, iki gündür olacakları biliyormuş gibi istifini bozmadan izliyordu onu. Son damla suyunu dün içmişti ve 3 gündür birşey yemiyordu. Çatlak dudaklarıyla gülümsedi "yinede isyan etmiyeceğim" dedi içinden yavaşca doğrulurken. Yön duygusunu tamamen yitirmişti, iki gündür seraplar görüyordu. Ölümü o kadar düşünmüşti ki bundan çok daha kötülerine razıydı.

Artık yürüyecek halde değildi son 2 saattir sürünüyordu ve hala bu uçsuz bucaksız çölün sonu gözükmüyordu. Artık gördüğü serapları umursamayacak kadar yorulmuştu. Son uykusuna dalacağı anı bekliyordu, içinden önceden söylemeyi düşündüğü şeyi geçirdi "mutlu mu ölüyorum?" Gözlerini kapatmıştı artık, son sorusuna sessizce cevap verdi içinden "en azından denedim"

Bir ses duygu sanki, son bir gayretle gözlerini açmayı başardığında bir kadın gördü ama gördüğü hiçbir seraba benzemiyordu bu. Karşısında duran adama baktı kadın, günlerdir gördüğü seraplardan değildi bu. İkiside aynı anda gülümsedi hiç bir şey konuşmaya gerek yoktu, gözlerinden süzülen yaşlar herşeyi anlatmaya yetiyordu.

Ama buna hiç kuşkusuz en çok akbaba sevinmişti. Sessizce ziyafetine doğru süzüldü.

09-01-2007

H.Ali Söyler

Kim Suçlu

Yelken açtım az önce korkularıma. Nasıl cesaret ettim bilmiyorum. Sadece bir an, göz kırptı sanki deniz. Deliyim ya çözdüm hemen düğümleri, bakmadım hava duruma, kontrol etmedim erzakı yeter mi yetmez mi? Umurumda da olmadı zaten, açtım yelkenlerimi, tam yol sürdüm karanlığa.

Ufuktaydı barış anlaşması, uçsuz bucaksız açılmıştı önümde. Yıllardır savaşan kalbim ilk defa başka bir sebepten çarpıyordu. Titrek ellerimle yavaşça aldım o yorgun yüreğin üzerinde taşıdığım kalemi. Okumadan imzaladım, ne yazdığı önemli değildi bitmeliydi bu anlamsız savaş.

Kafamı kaldırdığımda göz göze geldik yıllardır savaştığım acımasız komutanla , “Neden şimdi” dedim “Zamanı gelmişti” dedi. “Peki, ne içindi” dedim “Anlaman içindi” dedi “Hangi savaş anlamlı ki” dedim, güldü sonra ciddileşti birden, en düşman ses tonunu takındı “Savaşı başlatan sendin unuttun mu?”

Kulağımın dibine düşen şarapnel parçası uyandırdı beni, eriyen kar tanelerinin ıslattığı en öndeki siperde kimse sağ kalmamıştı saniyeler içinde, bir gece baskınıydı bu! Kendime geldiğimde emirler yağdırıyordum delice, bağırıyordum askerlerime “Bu savaşı bitirmek bizim elimizde”



3 Aralık 2007
H.Ali Söyler

Bir Şişe Yalnızlık 2

Yavaşça kapattı bavulunu, yanaklarından süzülen ılık katreler düştü üzerine. Bu kez kararlıydı, bırakıp gidecekti her şeyi, yenilmeyecekti gelgit düşüncelere. Buğulu gözlerle son kez baktı küçücük evine, unutacak bir şeyde yoktu.

Saatine baktı, çaresizliği vuruyordu yine, başka zaman olsa kurulur hüzün koltuğuna yalnızlığını içerdi sessizce. Derin bir nefes aldı karşı koymak için, üzerine abanan melankoliye, ama hemen pes etti, bilirdi gücünün yetmeyeceğini. Çıkarıp kadehini, doldurdu yalnızlığını, alışkanlığını da bozmadı, kattı gözyaşını çarpmasın diye.

Titreyen mum alevi dağıttı düşüncelerini, üşüyordu gene. Hayallerini yakarak ısınırdı eskiden ama bu kez kıyamadı, “başka neyimiz var ki hayallerden” dedi kendi kendine. “Seni aciz korkak” diye mırıldandı, güldü sonra “ Ulan it bir kere de ayağa kalk savaş be” diye kızdı kendine.
Kadehini tekrar koydu bavuluna, artık gitme vakti gelmişti. An, “Ya zafer ya ölüm” deyip gemileri yakma anıydı. Kendini o büyük kumandanın yerine koydu, güldü haline. Hep bir deli olmayı isterdi, “ Her şeyi yapsam da gülüp geçseler, yargılamasalar beni, sonra geberince de direk cennete hem de sorgusuz sualsiz, şanslı piçler” derdi.

Heybesini sırtlanıp yollara düşen dervişler gibi aldı eline bavulunu arkasına bakmaya korktu, usulca açtı kapıyı, titreyen ayağıyla attı ilk adımı yeni yaşamına… Ama kendini bir anda zifiri karanlık bir boşlukta düşerken buldu, hızla düşüyordu, hiçbir elin uzanamayacağını bildiği için yardımda istemedi. Yere çakıldığını an uyandı, yine sızmıştı hüzün koltuğunda ve yine aynı rüya uyandırmıştı.

30/08/2007 Ankara Polatlı

29 Mayıs 2008 Perşembe

Bir Şişe Yalnızlık

Sessizce açtı kapıyı, aralandı karanlık oda. Bekledi eşikte biraz, ardı sıra giren çaresizliğini. Elindeyse bir şişe yalnızlık vardı yine, her zamankinden. Ayaklarını sürüyerek girdi, hayalleriyle paylaştığı evine.

Kendi eliyle girdiği bataklıkta, biraz daha batacağını bile bile çıkmıştı bu sabahta evinden, anlamıştı bırakmıştı çırpınmayı ve ders olmuştu bağırırken yuttuğu boklar, yardım da istemez olmuştu artık kimseden.

Bazen hiçliği bazen de çaresizliği ona eşlik etseler de, genelde sessizce kalkar, akşamdan kalma rüyalarıyla karnını doyurur ve tek başına çıkardı evden. Acıya o kadar alışmıştı ki bünyesi, artık sadistlere satıyordu kendini, böyle kazanır olmuştu ekmek parasını ve zorda olsa bugünde çıkarmıştı bir şişe yalnızlığını.

Yarım kalmış son mumu yakarken mırıldandı kendi kendine “asıl içimdeki karanlığı aydınlatacak bir ışık olsa”. Sevmezdi ışığı, korkardı çünkü görmeğe gerçekleri. Kadehini aldı yerden diğer eline de bir şişe yalnızlığı. Kuruldu hüzün koltuğuna, yaslandı ve içten bir küfürle kovdu aklına hücum eden cevapsız soruları, elindeki şişeye sevgiyle bakarak “ulan meret o kadar alıştırdın ki kendini bırakamıyor insan be” dedi doldururken kadehini. Nicedir katardı akan gözyaşlarını çok çarpmasın diye, bozmadı âdetini. Yalnızlığı içti yavaş yavaş, gene sarhoş oldu. Titrerken mumum son aleviyle beraber, hayallerini tutuşturdu ısınmak için :( Sızarken mırıldandı sessizce “başka neyimiz var ki hayallerden!“

****

İçtim yalnızlığımı sarhoşum bu gece,
Gözyaşımı da kattım çarpmasın diye,
Titrerken karanlığıma yaktığım son mum,
Yaktım tüm hayallerimi de...
****
27/03/2007 00:28

Evolution Completed!

Alışmışım sessiz çığlıklar atmaya bazen kıçımı yırtıyorum, nan diyorum niye kimse beni duymuyor :) sonradan dank ediyor… İnsan istemese de büyüyor işte, bende garip bir yaratık oldum çıktım, acıyla besleniyorum artık evrimimi tamamladım, içmeden de sarhoş olabiliyorum mesela… Yükselmeden uçabiliyor, uyumadan rüya görebiliyorum… Dedim ya acayip bir şey oldum ben :)

Kendim yazıp kendim oynuyorum, yönetmende benim başrolde :) iyi de olsam kötü de olsam hep ben kazanıyorum filmin sonunda haha :p Hayat da öyle olsa keşke :)

İnsan hep iyi olmaktan sıkılıyor yaf bazen kötüde olmak lazım :) Onu hiç gösterememiş olsam da içimde hep bir asi yaşar benim, özellikle kendi toplumumun aptal değer yargılarını törpülemek için yanıp tutuşurum ama bir bakıyorum o törpü sadece bana girmiş :) düzeltebileceğim yanlışlıkları bile kabullenmişim.. Ama hayallerimde böyle değil işte kodum mu oturturum kimse bana ebidik gubidik edemez hayallerimde… Heeeeeeeyt sinirlerim kalktı bak gene, gerçi ne zaman sinirlensem çatacak birini bulamam ya da kıyamam kimseye kendimi döverim ben, evet evet kendimi döverim… Benim birine sesimi yükselttiğimi gören var mı? Yok tabi çünkü kendimi dövüp rahatlarım ben :P

Hayallerle yaşamak güzel bir şey, acı da çeksem, aptal hayallerde kursam bir şekilde mutlu ediyorum kendimi ama işte gel gör ki gerçek hayata döndüğümde afallayıp kalıyorum nan… Anlamsız koşuşturmalar fazla zaman bırakmıyor zaten bize kalan o azıcık zamanda da kararsızlığın pençesinde kıvranıyorum :| bir şeyler dinliyorum evet diyorum ben müzisyenim işi gücü bırak sabahtan akşama kadar müzikle uğraş lan işte diyorum, film izliyorum aklıma manyak senaryolar geliyor nan diyorum al bir kamera film çek işte, haberleri izliyorum ulan alayınızın diyorum gir siyasete dağıt ortalığı, maç izliyorum ulan diyorum öle mi geçilir o adam niye bıraktın ki futbolu diye kızıyorum kendime, bir fotoğraf görüyorum nan diyorum ben olsam şöyle çekerdim dua edin iyi bir makinem yok diyorum, kitap okuyorum hah işte diyorum yazmalıyım bende, beynimdeki bu sancıları doğurmalıyım sayfalara, kaç git anasını satım bir dağın başına çobanlık yap diyorum kendime akşama kadar kitap oku sayfalarca karala, bilgisayara oturuyorum ulan diyorum ben bunun eğitimini aldım ağlatırım bu makineyi öyle programlar yazarım ki Bill Gates bokunu yutmuş kaza döner diyorum.. Diyorum Allah diyorum sonra o bana kalan azıcık zamanda bitiyor işte böyle :) Payda ben paydada o kadar çok şey var ki, bir bölüyorsun= değeri bir bok etmiyor :)

Bakmayın böle atıp tuttuğuma, bende biliyorum gerçekleri hayatın kimseyle bir alıp veremediği yok. Tek derdim odaklanamamak galiba birazda korkağım evet :) Tutunamadım hiçbir şeye ve hep öyle olmasından mı ürküyorum ne :) Keşke hayal kuranlara da para verseler, FakFukFon gibi HayKurFon da olsa, buradan yetkililere sesleniyorum derhal böyle bir fon kurulsun :| ahh ah bir elimizden tutsalar var ya :)

Payı gibiyim
Payda da ∞
Umut / ∞
∞ / ben !!!
(eski bir şiirimden alıntı)

H.Ali Söyler 11.02.2008